26 Nisan 2012 Perşembe

İLİM VE DİN ÇATIŞIR MI ? DOĞA KANUNU'NUN TANIMI VE VAZİFESİ:

17 Mart 2009 Salı

İLİM VE DİN ÇATIŞIR MI ?
DOĞA KANUNU'NUN TANIMI VE VAZİFESİ: 
Behzat ŞAŞAL
Farkında olalım veya olmayalım, bilelim veya bilmeyelim , hatta kabul edelim veya etmeyelim bize yaşamımız boyunca olumlu veya olumsuz şekilde etkileyen adına doğa kanunları denilen bir takım kanunlar bulunmaktadır. Yaşam dediğimiz oluşumun varlığını ve dengesini koruyan bu kanunlardır. Bu kanunların etkinliği ve dengesi bozulduğu yerde ve ortamda yaşam denilen oluşum ve olguda da denge bozulmaktadır.
Bütün doğa kanunlarını ve etkinliklerini burada açıklamak bizi aşan bir durumdur. Biz burada yalnızca günlük yaşamımızı etkileyen birkaç doğa kanununu ele alarak, onların çok genel ve yüzeysel bir şekilde açıklamasını yapmaya ve bunlardan da bilimsel bir sonuca gitmeye çalışacağız.
Örneğin ; yer çekimi kanununu ele alalım. Evrende ve dünyamızda yer çekimi kanununun olmadığını bir an için hayal edelim ve bunun sonuçlarının neler olabileceğini düşünelim. Dünyada hiçbir şey yerinde durabilir miydi ? Her şey toz duman halinde uzaya kaçar ve birbirine karışmaz mıydı ? Kısacası acaba yaşam olabilir miydi ? Bu düşünceleri lütfen sizler çok daha genişleterek düşünün. Yer çekimi sıfır olsaydı neler olurdu veya neler olmazdı ?
Newton , doğada var olan bu yer çekimi kanunun varlığını buldu ve bu yer çekimi kanununun deniz seviyesinden başlayarak yeryüzü yüksekliğine göre etkinliğini hesaplayarak onu rakamlandırdı. 
Peki, yer çekimi kanunu Newton tarafından bulunmadan önce yok muydu ve etkinliğini, hükümlerini yürütmüyor muydu ? Dikkat edersek burada Newton, var olan yer çekimi kanunun matematiksel değerlendirmesini yaptı, hepsi bu kadar.
Örneğin ; şimdi de suyun kaldırma özelliğine yani Arşimed kanununa bir bakalım.
Suyun kaldırma kanunu olmasaydı insanlığın hayatı ve hali ne olurdu ? Suyun kaldırma gücü olmasaydı acaba suyun içinde hayat olur muydu veya kıtalar arası nakliyat ve ulaşım olabilir miydi ? Suyun kaldırma kanunu ile ilgili bu ve buna benzer etkinlikleri bir düşünün.
Peki Arşimed suyun kaldırma kanununu bulmadan önce suyun kaldırma kanunu yok muydu ? Arşimed, suda var olan bu kanunun varlığını buldu ve açıkladı, o kadar.
Örneğin ; havanın atmosfer basıncı üzerinde araştırmalar ve buluşlar yapan Faraday ve diğer araştırmacılar, havanın içinde olmayan bir şeyi mi buldular, yoksa olmayan bir şey mi yarattılar ?
hayır. Onlar da havanın içinde var olan bir olayın varlığını gördüler ve bunu açıkladılar. Tek yaptıkları şey, var olan bu atmosfer basıncını bilimsel olarak ölçümlendirerek matematiksel değerlerle açıklamasını yapmaktan ibarettir öyle değil mi?
Havada da sudaki gibi var olan kaldırma gücünün bulunması, insanın uçmasını sağlayan teknoloji ile birlikte diğer buluşların bulunmasına ve dolayısıyla yaşamın ve medeniyetin gelişmesine neden olmuştur. Havanın kaldırma gücü ve basıncı gibi var olan benzeri bir çok özelliklerinin bilimsel açıklamasını yapmak, bizim amacımızı ve bilgimizi aşmaktadır. Biz burada çok basit ve yüzeysel olarak birkaç noktaya genel anlamda değinip geçeceğiz. Sizden ricamız, burada açıkladıklarımızın dışında kalan benzeri buluşlar, teknolojiler üzerinde düşünmenizdir.
Örneğin ; havanın çok kuvvetli bir iletken özelliğine sahip olması üzerinde düşününüz. Havanın bu iletkenlik özelliğine, sistemine veya kanununa dayanarak geliştirilen bu günün ve yarının olabilecek iletişim teknolojisi üzerinde düşününüz. Öncelikle konuşmalarımızda, sesimizin hava içindeki iletişimini düşünün havanın bu özelliği olmasaydı acaba sesimiz çıkabilir, birbirimize ulaşabilir ve birbirimizi duyabilir miydik ? Kibrit kutusu büyüklüğündeki bir çağrı cihazının çalışma sistemi üzerinde düşünün, cep telefonu denilen aparatla kapalı bir mesken içinden dahi dünyanın öbür ucundaki insanlarla konuşmamızdaki havanın iletişim sistemi veya kanunu üzerinde düşünün. Bir radyo yayınında sesin iletişimini veya faks denilen aletle, buradan koyduğunuz bir kâğıt parçası üzerindeki yazıların, çizgilerin dünyanın öbür ucundaki bir faks makinesi tarafından aynen alışındaki teknolojiyi ve bu teknolojinin çalışmasını sağlayan havanın iletkenlik sistemi üzerinde düşünün.
Havanın ses iletişimde dünyamızı kuşatan iletkenliğini bırakın, dünyamız atmosferini de aşan yıldızlar arası evrensel iletişim kanunu veya sistemi üzerinde düşünün.
Dünyamızdan atılan uydularla Ay’da, hatta Ay’dan da milyonlarca kilometre uzaklıktaki insanlarla, karşımızdaki bir insanla konuşur gibi konuşmamızdaki iletişim kanunu üzerinde düşünün. Hele bu iletişim olayının yalnızca bir ses olayından ibaret bir olay olmayıp, sesle birlikte görüntünün de iletişimi üzerinde lütfen düşünün.
Örneğin ; televizyon yayınlarındaki ses ve görüntülerdeki canlılığı ve bu iletişim olayındaki elektromanyetik enerjiyi havanın iletkenliği üzerinde bilimsel olarak düşünelim. Bu atmosfer içindeki yaşamımızın ve durumumuzun, bundan sonra yapacağımız açıklamalarla çok daha iyi anlaşılacağı inancındayım.
İsterseniz, havadaki bu ses ve enerjileri iletişim sisteminin veya kanununun açıklamasını çok daha basit ve güncel örneklere indirgeyerek yapalım. Böylece bu iletişim olayının yalnızca biz insanlar arasında olan bir olay olmayıp, atomundan hücresine dek bütün varlıkları kapsayan bir sistem, bir kanun olduğunu görelim.
Örneğin ; dünyamızda en ilkel canlı kabul edilen bitkiler arası iletişimi ele alalım, çünkü bitkiler arasında da insanlarınkine benzer bir iletişim olayı bulunmaktadır. Bir bitki veya bitki topluluğu bir böcek veya bakteri hücumuna uğradığında, ondan etkilenerek yok olmaya başladığı zaman, kendi grubundaki diğer bitki topluluklarına kendine gelen zararlılar hakkında bilgi iletmektedir. Kendisindeki zararlılar diğer bitki topluluklarına gittiklerinde, aynı bitki topluluğu olduğu halde o bitkilere yaklaşamamakta ve onlara zarar verememektedirler. Çünkü, bu saldırıdan iletişim yolu ile haberdar olan diğer bitki toplulukları gerekli tedbirleri alarak kendilerini korumaktadırlar. Bu korunma işlemi zararlının özelliğine göre olmaktadır. Örneğin ; o zararlının hoşlanmadığı bir sıvı veya koku yayınlayarak onun kendisine yaklaşmasını engellemektedirler.
Bitkiler arasındaki dayanışma ve iletişimle ilgili örnekler anlatmakla bitmez. Örneğin ; birbirine yakın bitkilerden biri sulanıp diğeri susuz bırakılırsa, sulanan bitki sulanmayan bitkiye su iletmek için akıl almayacak yollara, yöntemlere baş vurmaktadır. Kökleri ile ona su iletebilirse kökleri ile, eğer durumu buna uygun değil ise, yaprakları ile suyun nemini yardım isteyen bitkiye iletmektedir. Bitkiler arası iletişime en çarpıcı örneklerden biri de aşılanan bitki veya ağaçlar arasındaki iletişimdir. Çünkü, aşılanan ağaç ile, aşı için parça alınan ana ağaç arasında uzaklık ne olursa olsun aralarında bir iletişim olayının oluştuğu bilimsel olarak kanıtlanmıştır.
Örneğin ; insanlarla bitkiler arasındaki iletişim ise herkes tarafından bilinen bir olgudur. Çiçeklerin sevgi duygusunu algıladığını ve bunlardan etkilenerek daha güzel geliştiğini bilmeyen var mı ? Özelikle bazı bitkilerin kendilerini özel olarak seven veya sevmeyen insanlarla aralarında kuvvetli bir bağıntı ve iletişim kurulduğu bilimsel araştırmalarla saptanmıştır. Öylesine ki, o kişiler nereye giderlerse gitsinler, olumlu veya olumsuz onları etkileyen olaylar sonucu oluşan psikolojik oluşumlardan o bitkilerin de etkilendiği bilimsel olarak tespit edilmiştir.
Örneğin ; bilgisayar teknolojisinde elde edilen yeni buluşlar ile bitkilerin, insanlar tarafından hissedilemeyen etkinlikleri hissettikleri, algıladıkları ve bu algılamalara uygun tepkiler gösterdikleri saplanmıştır. Bu saptamaya dayanarak bitkilerden hassas bir alarm sistemi oluşturulmuştur. Bu oluşumla bilgisayarda adına Mind Os denilen sistem üretilmiş ve kullanım alanına sokulmuştur. Uzmanlar bu Mind Os sistemini evimizdeki bitkilere bağlıyarak, normal ortamın dışında normal olmayan bir olayın oluşumunda, örneğin bir camın kırılmasında veya değişik bir ses oluştuğunda bitkiler bu duruma reaksiyon göstermekte ve bu reaksiyon da bilgisayar aracılığı ile izlenebilmektedir.
Bitkilerin bu ve buna benzer daha birçok iletişim, algılama ve etkileşim olayları hakkında daha geniş bir bilgi için Peter Tompkins ve Christopher Bird tarafından yazılmış olan “ Bitkilerin gizli yaşamı “ adlı eseri okuyabilirsiniz.
Örneğin ; aynı iletişim ve algılama olayı daha da artarak, yani daha da güçlenerek hayvanlar arasında ve hayvanlarla insanlar arasında da bulunduğu bilimsel araştırmalarla da kanıtlanmış durumdadır. Evinde evcil hayvan bulunduranlarla, hayvanlara meraklı olanlar, kısacası hayvanları yakından tanıyanlar, hayvanların kendi aralarında olsun, hayvanlarla insanlar arasında olsun söz konusu olan iletişim, algılama oluşumlarını gayet iyi bilirler.
Örneğin ; bir bilim kurulu, bir ana tavşanın beş yavrusunu yanlarına alarak; uçakta, havada, denizde, denizaltında ve karada kilometrelerce uzakta her yavrunun öldürülüşünde ana tavşanın titreşimler geçirdiği saptanmıştır. Ve buna benzer birçok bilimsel deneyler, gözlemler yapılmış ve hepsinden de aynı sonuçlar elde edilmiştir.
Hayvanlarla insanlar arasındaki bu iletişim ve algılama olaylarına başka örnekler vermeye gerek var mı ? Hiç sanmıyorum. Çünkü hayvanlarla yakından biraz ilgilenenler bizim burada vereceğimiz örneklerden çok daha güzellerini kendi yaşamlarında görmüşler ve yaşamışlardır.
Örneğin ; genel anlamda adına altıncı his dediğimiz insanlar arasındaki iletişim ve algılama olayları ise, başlı başına bilimsel bir alem.
Örneğin ; tek yumurta ikizleri denilen kardeşler arasında olsun, anne ile çocukları arasında veya birbirlerini içtenlikle seven, birbirlerine gönülden bağlı insanlar arasında olsun, birbirlerinden kilometrelerce uzaklıkta bile olsalar, birinin başına gelen bir olayı diğer kişi tarafından hissedilmesi, algılaması olayları üzerinde düşününüz.
Örneğin ; çok sevdiğimiz bir yakınımızı içtenlikle ve özlemle andığımız, onu düşündüğümüz zamanlar, o kişi ile karşılaşmamız veya o kişiden bir haber alışımız gibi oluşumlar üzerinde düşünelim ve birlikte bunun bilimsel açıklamasını bulmaya çalışalım.
İnsanlar arasındaki bu gibi oluşumlara genel olarak TELEPATİ veya ALTINCI HİS olayları denilmektedir. Bilimsel olduklarını ve bilimsel düşündüklerini iddia edenler ise bu gibi olaylara, “Bilim dışı”, “Fizik ötesi” hatta “safsata olaylar” diyerek işin içinden çıkmaktadırlar. Acaba bu ve benzeri oluşumlar gerçekten bilim dışı, fizik ötesi ve safsata oluşumlar mıdır ? Bu gibi oluşumlara ister telepati, altıncı his deyin, ister bilim dışı, fizik ötesi ve safsata olaylar, oluşumlar deyin, isterseniz bunlara başka isimler verin. Bizce yapılması gereken en doğru şey, bu gibi olay ve oluşumları bilim dışı, fizik ötesi ve safsata şeyler diyerek onları inkar etmek veya yok farz etmek yerine, bu olaylar ve oluşumlar üzerinde düşünmek ve bilimsel araştırmalarla bunların bilimsel açıklamasını yapmaktır. Bu olayları ve oluşumları bugünkü bilimin düzeyi ile açıklayamıyoruz diye bunları inkâr etmek, yok farz etmek ve bilim dışına itmek insanlığa hiçbir şey kazandırmamakta, tam aksine çok şey kaybettirmektedir.
Bu olayların ve oluşumların bilimsel değerlendirilmesine, dünyamızı ve evreni oluşturulan atom ve hücrelerin yapısını incelemekle başlanması gerektiği inancındayız. Öyle inanıyorum ki, bu günkü bilim daha henüz atom ve hücrenin sırrını, gizi’ni çözebilmiş, bulabilmiş değildir. Bilim, atom ve hücreyi tam anlamıyla bilimsel olarak çözümleyebildiği zaman, bugün için açıklamasını yapamadığı ve bilim dışı, fizik ötesi ve safsata dediği birçok olaya da bilimsel açıklık getirecektir.
Şimdi, evrenin en küçük parçası olan atom ve hücre yapısını şöyle yüzeysel ve genel bir bilgi ile inceleyelim.
Bugünün bilimi, dünyamızdaki varlıkları canlı ve cansız varlıklar olarak iki genelleme içinde değerlendirebilmektedir. Bilimin cansız varlıklar olarak vasıflandığı varlıkların temel yapısını atomlar, canlı varlıkların temel yapısını da hücresel yapılar oluşturmaktadır. Bilim, taş, toprak, demir gibi benzeri varlıkları cansız varlıklar olarak kabul etmektedir. Oysa bilimin cansız varlıklar olarak kabul ettiği varlıkların temel yapısını oluşturan atomu ele aldığımızda, cansız denilen o atomun içinde akıl almayacak oluşumların varlığını görüyoruz.
Örneğin ; cansız varlıkların hemen başında sayılan ve ilk aklımıza gelen taş parçasını ele alalım. O cansız denilen taş parçasının atomu içinde akıl almayacak, akılla açıklanamayacak bir enerjinin ve hareketin varlığını görüyoruz. Bilimin cansız dediği taş parçasını oluşturan atomun içinde, elektron denilen parçanın, nötron denilen çekirdeğin etrafında saniyede on bin devir yaptığını ve cansız atomun içinde akıl almaz bir hareketin ve enerjinin varlığı üzerinde bilimsel olarak düşünelim. Bir zerre veya varlık düşünelim ki, içinde akıl almaz derecede bir hareket ve akıl almaz derecede bir enerji bulunsun ve bu varlığa cansız denilsin.
Ayrıca, bilimin cansız varlıklar olarak nitelendirdiği bütün cansız varlıkların yapısını oluşturan atomların birbirinden faklı oluşumu, her atomun içinde, taş atomundan daha hızlı bir hareketin ve enerjinin varlığı üzerinde lütfen bilimsel olarak düşününüz. Yine cansız olarak nitelendirilen milyonlarca varlıklıların yapısını oluşturan atomlardaki değişik özellikler, bu oluşumları ve akıl almaz sırları üzerinde bilimsel ve akılcı olarak düşünelim. Atomlardaki bu farklılıkların, insanlardaki genetik yapıları, kotları ve parmak izleri gibi kendilerine özgü özellikleri olduğunu veya olabileceğini düşünebilir ve bunları bilimsel olarak değerlendirebilir, açıklayabilir miyiz ? Bu şekilde düşündüğümüzde karşımıza çıkan duruma, isterseniz doğa üstü, fizik ötesi, isterseniz bilimsel deyin, bu duruma ne derseniz deyin, ama şurası bir gerçektir ki, bugünün bilimi ile açıklayamadığımız bir takım durumlarla karşılaşmaktayız.
Nedir bu atomlar ve atomların içindeki oluşumların sırrı ?
Her cansız varlığın yapısına göre oluşan atomlardaki bu değişim nereden kaynaklanmaktadır ve bunun akılcı ve bilimsel açıklaması nedir ?
Bir atomun yapısal özelliği neden değişime uğramıyor, değişime uğramayan veya uğratılan atomlarda ne gibi değişimler olmaktadır ?
Burada aklımıza gelip yazdığımız veya yazamadığımız bu ve buna benzer daha birçok soruları kendimize soralım ve bu sorulara bilimsel cevaplar, açıklamalar bulmaya çalışalım.
Bu gibi sorunların, araştırmaların sonucu bizi doğa yapısının da üstünde doğaya hükmeden, doğayı yönlendiren bir doğa üstü yasanın, kanunların veya bir sistemin bulunduğu gerçeğine götürmektedir.
Gelelim canlı varlıklar dediğimiz varlıkların yapısına ve özelliklerine.
Burada da cansız varlıklarda karşılaştığımız durumla aynen karşılaşmaktayız. Çünkü cansız varlıklardaki atomun yerine canlı varlıklarda hücresel yapı almaktadır. Bir başka değişle, cansız varlıklarda atom yapısı ne ise, canlı varlıklardaki hücre yapısı da aynı şeydir. Bunu içindir ki, cansız varlıkların hücresel yapısı atomlar, canlı varlıkların atomları da hücresel yapılardır diyebiliriz. Çünkü, bir atomun içinde nötron – elektron gibi varlıklar ne ise, hücre içindeki sitoplazma – protoplazma gibi varlıklar da aynı şeydir, çünkü atomdaki aynı işlevlere sahiptir. Yani bir bakıma, oluşturdukları ana madde içinde atomla hücrenin işlevlerini birbirinden ayrıt etmek çok zordur, hatta imkansız gibidir. Çünkü atom, cansız denilen varlıklar içinde ne yapıyorsa, hücre de canlı varlıklar içinde aynı işlevi görmektedir. Aralarındaki fark, bu işlevlerini yapmalarındaki zaman ölçüsüdür. Atomlar cansız varlıklardaki işlevlerini binler, hatta milyonlarca yıl yürütebilmeklerine karşın, hücreler canlı varlıklarda bu işlevlerini çok kısa zaman içinde yapmaktadırlar.
Örneğin ; canlı varlıklar içinde öyle canlılar var ki yaşam denilen ömürleri bir dakikadan ibarettir. Yani o varlık bir dakikalık zaman içinde doğmakta, yaşamakta ve ölmektedir. Şimdi, yetmiş yıl yaşayan bir insanın ömrü, bu hücresel yapının bir dakikalık ömrüne göre sonsuz denecek kadar uzundur. Çünkü, bir dakikalık ömürlü bir varlığa göre 70 yıl yaşayan bir insan ona göre 36.792.000 ömür yaşayan bir varlıktır. Yani bir başka deyişle, bir dakikalık ömürlü bir varlığa göre insan ölümsüz bir varlık görünümündedir.
Bu duruma değişik bir açıdan ve değişik bir düşünce ile bakarak şöyle bir değerlendirmede bulunamaz mıyız ?
Bir dakikalık ömrü olan bir varlık için bir insan ömrü ne ise, bir insan içinde atomsal varlıkların ömrü aynı şey olamaz mı ?
Bu düşüncenin doğruluğunu kabul edersek bu durumda, atomsal varlıkların ömrü 70 yıllık bir insan ömrüne göre 2.575.440.000 yıl olarak hesaplanmaktadır. Bu görüşe veya düşünceye göre, cansız denilen varlıklar da, bu ölçüler içinde doğuyor, oluşumlarını tamamlıyor ve yaşamlarını bilimsel açıklamaların ışığı altında sona erdiriyor olamazlar mı ? Bu durumda, neyin canlı neyin cansız olduğunun tanımını yeniden gözden geçirmemiz ve bu nedenlerden dolayı tanımın yeniden yapılması gerektiği inancındayım. Çünkü bu günkü canlılık tanımı, bilimin yeni bulguları karşısında eksik ve yetersiz kalmaktadır. Sizce de bilimin canlılık tanımı, yeni bulgular karışında yetersiz kalmıyor mu? Çünkü, bu günkü bilim, canlılık tanımını, hareket etmek, yiyip içmek, üremek gibi çok basit ve yüzeysel değerlerle yapmaktadır. Örneğin ; bitkisel yaşama geçen bir insan canlılık tanımına uymadığı halde, onu canlı olarak kabul ediyoruz. Peki, cansız dediğimiz varlıkların içindeki atomla bitkisel yaşama geçmiş bir insanın hücresel yapısı arasında bir fark var mıdır, ikisi de aynı durumda değil midir ?
Örneğin ; uranyum madeni cevherinin üretiminde uygulanan şu yeni yönteme lütfen dikkat ediniz ve bu açıklamaların ışığı altında bunun bilimsel bir değerlendirmesini yapınız. “Hintli bilim adamaları, Hindistan’ın nükleer silahlanma programına hız verecek bir bakteri üzerinde çalışıyorlar. Bilim adamları, ülkelerinin fakir uranyum madenlerinden uranyum çıkartmak – daha doğrusu uranyum üretmek için – sülfür yiyen Thiobacillus ferrrooxidans isimli bir bakteriden yararlanıyorlar. Çünkü T. ferrrooxidans denilen bu bakteriden Kanada’da resmen tükendiği açıklanan bir madenden uranyum çıkarmakta kullanılmış ve başarılı sonuçlar elde edilmiştir. Söz konusu bu bakteri, metal sülfitlerle beslendiğinde çözünürlüğü olmayan uranyum cevherinden çözünür uranyum üretilmiştir.”
Görüyorsunuz ki cansız dediğimiz atomlarla, canlı dediğimiz hücresel yapılar arasında iletişim ve etkileşim bakımından büyük bir benzerlik hatta aynı oluş bulunmaktadır. Yani, atom ve hücrenin özde aynılık ve özdeşlik içinde oldukları bu bilimsel deneylerle de kanıtlanmaktadır.
Atomla hücrenin kendi yapıları içinde işlev bakımından özde bir oluşlarının bir başka kanıtı da, bütün atomlarda elektronun nötronun etrafında dönme hareketinden dolayı bir manyetik dalga veya manyetik titreşim yayınlanmasıdır. Aynı durum hücresel yapılar için de söz konusudur. Çünkü, hücreler de sitoplazma, protoplâzma gibi benzeri varlıkların birbiri etrafındaki hareketlerinden bir titreşimsel hareket veya bir frekans yayınlanmaktadır. Buna da bilim alanında biomanyetik dalga denilmektedir. Doğal olarak, her cins atomun yayınladığı manyetik dalgalarda, her cins hücrenin yayınladığı biomanyetik dalganın oluşturduğu frekanslar, yayınlandığı varlığın yapısal özelliğine göre değişik olmaktadır. Bir başka deyişle, yayınlanan her manyetik dalga, yayınlandığı maddenin özelliğini yansıtır. Bu bütün atom ve hücresel yapılar için şaşmaz ve değişmez bir durumdur.
Bilim dünyasında bu manyetik dalgalara çok değişik isimler verilmiştir. Fazla karışıklığa meydan vermemek için biz burada atomsal yapıların yayınlandığı dalgalara “Manyetik dalgalar”, hücresel yapıların yayınlandığı dalgalar da “Biomanyetik dalgalar” diyeceğiz. Hatta, her iki dalganın da işlevleri hemen hemen aynı olduğundan her iki dalgayı da genel bir isim altında, örneğin “Manyetik dalga” veya “Frekans” ismi ile değerlendirebiliriz.
Peki, bu manyetik dalgalar nedir?
Bu manyetik dalgaların yaptırım güçleri ve etkinlikleri var mıdır ?
Yaptırım etkinlikleri ve güçleri varsa bunun ölçüsü nedir?
Açıkça ve öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, bu manyetik ve biomanyetik dalgalar, kendi doğal halleri ile ele alındıklarında, ölçülemeyecek, dolayısıyla dikkate alınamayacak kadar küçük değerler ortaya koymaktadır. İşte bilimin yanıldığı nokta da burasıdır. Çünkü, kendi doğal yapıları içinde güçsüz ve etkisiz olan bu manyetik dalgalar, özellikle biomanyetik dalgalar, bilinçli veya bilinçsizce bir konu üzerine yönlendirildiğinde, yoğunlaşma, konsantre olma oranında manyetik dalgalarımız güç kazanmakta ve bu güçle birlikte etkinlikleri de artmaktadır.
Atomların yayınlandığı manyetik dalgaların gücü ve etkinliği, atomun içsel yapısına bağlı bir olaydır. Hücresel yapılarda da biomanyetik dalgaların gücü ve etkinliği, hücresel yapı ile birlikte, hücreler arası meydana gelecek birleşme, dayanışma ve iletişim ile orantılıdır.
Bu manyetik dalgaların, özellikle biomanyetik dalgaların daha güçlü ve etkin hale gelişlerini gayet basit ve genel bir anlatımla şöyle açıklayabiliriz.
Küçük bir su akıntısı düşünün. Hiçbir müdahale yapılmadığında, yani kendi haline bırakıldığında su etkisiz ve faydasız bir şekilde akıp gider. Ama bu suyu kanalize eder ve onu belirli amaçlara yönlendirirsek, daha faydalı ve daha etkili olabilecek alanlarda kullanabiliriz. Hele bu suyun önüne baraj veya barajcıklar yaparak bu suyu çoğaltabilirsek, onu, çok daha faydalı ve büyük amaçlarda kullanma olanağını elde ederiz.
Doğal olarak bedenimizden yayınlanan o etkisiz ve güçsüz görünümlü biomanyetik dalgalarımızı da, su örneğinde olduğu gibi, düşüncelerimizle uygun eylem ve amaçlarımıza kanalize edebilir, yönlendirebilir ve onları amaçlarımıza en uygun şekilde kullanabiliriz ve hatta kullanmaktayız.
Bir insanın bedensel yapısı 60 ila 100 trilyon hücreden oluşmaktadır ve bu hücresel yapı devamlı olarak bir biomanyetik dalga yayınlamaktadır. Eğer, yayınlanan bu biomanyetik dalgalara beyin denilen organla müdahale etmez, bunları belirli amaca yönlendirmezsek, su örneğinde olduğu gibi yayınlanır gider. Bedenimizden yayınlanan bu biomanyetik dalgaları, beyin denilen organımızla ve DÜŞÜNME denilen eylemle belirli amaçlara yönlendirip, kanalize ederek kullanılabilmekteyiz. Bir başka deyişle, bedenimizden yayınlanan bu biomanyetik dalgaların, olumlu – olumsuz, faydalı – zararlı, etkili – etkisiz olarak kullanımı, tamamen beyin dediğimiz organımızla, yani düşünce yapımızla ilgili bir olaydır.
Peki, düşünce denilen eylemin, bilinçli ve bilinçsiz, olumlu veya olumsuz bir şekilde , yayınladığımız biomanyetik dalgalarımız üzerinde ne gibi etkisi olmaktadır?
Bunu size gayet basit bir uygulama ile anlatmak istiyorum. Anlatacağım bu işlemi lütfen uygulayın ve sonucu bizzat yaşamınızda görün.
Zevk aldığımız ve bilginiz olan bir konu üzerindeki bilgi durumunuzu tespit edin. Yani o konudaki bilgi düzeyinizi yaklaşık olarak saptayın ve düşüncelerinizi o konu üzerinde yoğunlaştırın. Bilgi sınırınızı aşağı yukarı saptadığınız konu üzerinde bilginizi artıracak girişimlerde bulunmayın. Yani konu üzerinde okuyarak, soruşturarak, araştırarak yeni bilgilerle bilginizi artıracak hiçbir girişimde bulunmayın. Belirttiğimiz gibi kafanızı yalnızca bu konuya takın ve devamlı olarak bu konu üzerinde düşünün.
Bu düşünmeniz sonucunda ne olacak biliyor musunuz?
Hiçbir yeni bilgi öğrenmediğimiz halde, o konu üzerinde düşüncelerinizle yoğunlaştığınız, konsantre olabildiğiniz oranda, söz gelişi üç-beş gün sonra, o konu üzerindeki bilginizin arttığını hissedecek ve göreceksiniz.
Bu nasıl olmaktadır?
Biz, bir konu üzerinde düşünmeye başladığımız zaman, beyin hücrelerimiz derhal çalışmaya başlamakta ve hücreler birbirleriyle bağıntı kurmaktadırlar. Böylece beynimiz, düşündüğümüz konu üzerindeyken yayınladığı biomanyetik dalga gücü kuvvetlenmekte ve o oranda etkin hale gelmektedir. Yayınladığımız bu biomanyetik dalgalar, aynı zamanda radyo dalgaları gibi, yayınlama ve algılama özelliğine de sahip bulunmaktadır.
Güçlenen ve etkin hale gelen bu manyetik dalgalar, bu konu üzerinde bizden daha bilgili kişilerin yayınlamış oldukları manyetik dalgaların frekansına girerek o bilgileri algılamaya ve değerlendirmeye başlamaktadır. Düşündüğümüz konularda, daha önce yayınlanmış olan manyetik dalgalar, bizim manyetik dalgalarımız tarafından algılanıp değerlendirildikçe bizim de o konuda bilgimiz artmaktadır.
Çünkü, DÜŞÜNCELERİN DİLİ YOKTUR, DÜŞÜNCELERİN FREKANSI VARDIR.
Kısacası, biz hangi frekans düzeyinde düşünüyorsak, o frekansta yayınlanan düşünceleri algılıyor ve değerlendiriyoruz.
Bir başka deyişle, düşünme olayı düşüncelerimize uygun manyetik dalga veya frekans yayınlama olayıdır. Hangi düşünce düzeyinde manyetik dalga, yani frekans yayınlıyorsak, aynı düşünce düzeyinde yayınlanmış olan manyetik dalgaları da algılıyoruz ve değerlendiriyoruz.
Bu durumun bir başka açıklama şekli de, hiç tanımadığımız halde bazı insanların yanında bulunmaktan tedirginlik ve rahatsızlık duyarken, bazı insanların yanında bulunmaktan nedenini açıklayamadığımız bir huzur ve rahatlık duygusu içinde oluruz. Bunun da nedeni o kişilerin içinde bulundukları düşünce ve ruhsal yapılarına uygun yayınladıkları manyetik dalgalardan kaynaklanmaktadır. Bizim yayınladığımız manyetik dalgalarımız, karşımızdaki kişinin yayınladığı manyetik dalgalarla uyuşmazsa rahatsızlık, huzursuzluk, uyuşursa rahatlık ve huzur duygusu duyarız.
Bu durumu, günlük yaşamamızda da gayet rahatlıkla gözlemleyebiliriz.
Eğer bu alanda inançla düşünür ve düşünceniz yönünde çalışırsanız, çalışma koşullarınız inanamayacağınız kadar artar ve siz altın veya altın değerinde bir şeyler kazanmaya başlarsınız.
Peki, bu manyetik dalgaların etkinlik gücü nedir?
Yayınladığımız manyetik dalgaların sonsuz bir güce ve sınırsız bir etkinliğe sahip olduğunu söylersem buna inanınız.
Gelin bunun üzerinde basit bir hesap yapalım ve kabul etmekte zorlanacağınız rakamlarla karşılaşmaya da hazırlıklı olun.
Hesabımızı iki genelleme üzerinde yapacağız. Bunlardan birincisi beynimiz, ikincisi bedenimizdir.
Önce beynimizi ve manyetik etkinliğini ele alalım.
Bilimsel olarak beynimizin yaklaşık 200 milyar hücreden oluştuğu kabul edilmektedir. Yine bilimsel olarak bir beyin hücresinin 0,002 mili amper veya atmış ile yetmiş mili voltluk bir elektromanyetik güce sahip olduğu saptanmıştır. Bu elektriksel güçler bu durumları ile etkisiz, hiçbir işe yaramaz durumdadır. İşte bilimin ve insan oğlunun yanıldığı nokta buradadır. Çünkü, hücrelerdeki dikkate alınamayacak kadar küçük olan bu elektriksel değerler, beynin düşünme eylemine geçtiğinde birbirleriyle bağlantı kurarak güçlerini artırmaktadırlar. Tıpkı, tek olarak bir işe yaramadıkları halde birkaç tanesini birleştirince kullandığımız küçük pilcikler gibi, öylesine ki bu bağlantılar sonucu akıl almaz elektriksel güçler elde edilmektedir.
Düşünmeyle bir konu üzerinde yoğunlaştığımız zaman, beynimizi oluşturan bütün hücrelerin küçük pilcikler gibi birbirleri ile bağlantı kurduğunu ve bunun sonunda beynimizde oluşan elektrik gücün ne olabileceğini bir hesaplayalım.
BEYİN
200 milyar x 0,002 mili amper = 400 milyon amper
200 milyar x 0,60 mili volt = 1,200 milyon volt
Şimdi de beden yapımızın sahip olduğu potansiyel gizli enerjisini hesaplayalım.
Bedensel yapımızın 60 ile 100 trilyon hücresel yapıdan oluştuğu bilimsel olarak kabul edilmektedir. Biz bu rakamı 60 trilyon olarak kabul edelim ve hesabımızı böyle yapalım.
BEDEN
60 trilyon x 0,002 mili amper = 120 milyar amper
60 trilyon x 0,60 mili volt = 3 trilyon 600 milyar volt
Şimdi içimizden birçok kişinin “çok fazla abartmışsın, bu kadar da olur mu?” dediğini duyar gibi oluyorum.
Haklısınız, inanın ilk hesaplamam da bende bu şekilde düşündüm. Ve bu rakamlara inanasım gelmedi. Ama, bazı bilimsel verilerle bu sonuçları karşılaştırınca teorik olarak olabilirlik olasılığı ile karşılaştım.
Nedir bu bilimsel veriler ve teorik olasılıklar?
Büyük bilgin Albert EINSTEIN’ın “Madde enerjidir” teorisi, bizim de savımızın temel açıklamasını, temel taşını oluşturmaktadır. Albert EINSTEIN bu teorisi ile, elimizle tuttuğumuz, gözümüzle gördüğümüz, taş, toprak, demir gibi aklımıza gelen bütün maddelerin aslında bir enerji olduğunu bilimsel olarak kanıtlamıştır. EINSTEIN özetle diyor ki “Bir madde güneş ışığının hızının karesi kadar bir hız kazanırsa o madde enerjiye dönüşür” yani, EINSTEIN, herhangi bir madenin belli koşullar içinde madde görümündeki yapısından çıkarak öz yapısı olan ENERJİ’ye dönüşeceğini, hatta dönüştüğünü kanıtlamıştır.
Biz de aynı görüşü temel veri kabul ederek “İNSAN YOĞUNLAŞMIŞ BİR MANYETİK ENERJİDİR” diyoruz.
Çünkü, madde nasıl belli koşullarda enerjiye dönüşüyorsa, insan da belli koşullarda enerjiye - biomanyetik enerjiye – dönüşebilmektedir. İnsanın enerjiye dönüşmesi de, insanın kendi iradesi, kendi düşünce gücü ile olmaktadır. İnsan bir konu üzerinde ne oranda düşünceleri ile yoğunlaşır, konsantre olursa, o olayın oluşması da o oranda güç kazanmaktadır. Yani, düşündüklerimizin oluşması, o konu üzerinde düşüncelerimizin yoğunlaşması ile doğru orantılıdır. Beyin dalgalarımız bir olayın oluşması için ne oranda güçlü biomanyetik dalga yayınlarsa, o olay o oranda oluşur.
Bu açıklamalardan veya bu oluşumlardan şu sonucu elde edebiliyoruz. İnsanlar aynı zamanda, düşünce güçlerini kullanarak ve bunu artırarak, bu güçlerini yalnızca belli oranlarda ve belli işlemleri yapmakta değil, kendi varlıklarını olduğu gibi enerjiye dönüştürmekte kullanabilirler ve kullanabilmektedirler. Örneğin ; bazı insanların Tayy-i Mekân dedikleri mekân değiştirme işlemini yaptıkları görülmüştür. Bu Tayy-i Mekân olayı, bedeni biomanyetik enerjiye dönüştürüp, bu enerjinin istenilen yerde ve mekânda yoğunlaştırarak orada görüntüsünü veya varlığını tekrar oluşturmasıdır.
Bu oluşumu, bilim kurgu filmlerinde bir insanın ışınlanarak istenilen yerde tekrar oluşturma işlemine benzetebiliriz. Bütün bu oluşumlar veya olasılıklar Albert EINSTEIN’in kanıtladığı maddenin enerjiye dönüşme teorisinden başka bir şey değildir.
Bu durumda aklımıza şöyle bir soru takılıyor.
Günlük yaşamımızda ve teknolojide kullandığımız elektrik ve elektromanyetik enerji ile bedenimizden yayınlanan bioelektromanyetik enerji arasında bir benzerlik ve bir bağlantı var mıdır, varsa bu bağlantı nedir?
VARDIR. Hatta benzerlik değil aynılık vardır. Çünkü, her ikisinin de işlevleri ve yaptırım etkinlikleri hemen hemen aynıdır.
Peki, günlük yaşamımızda kullandığımız teknolojik elektrik ve elektromanyetik dalgalar gibi, doğada bedenimizde de bulunan ve devamlı yayınladığımız bioelektromanyetik dalgalarımızı da aynı şekilde kullanabilir miyiz? Kullanabilirsek bunu nasıl kullanabiliriz?
Kullanabiliriz, hatta kullanıyoruz.
Bedensel yapımızın yapısından kaynaklanan ve devamlı olarak yayınlanan bu biomanyetik dalgalarımızı, bilerek veya bilmeyerek, bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde kullanıyoruz.
Bu kullanım nasıl olmaktadır?
Bunun açıklanması için öncelikle günlük yaşamımızda kullandığımız elektrik olayını ele alalım.
Elektrik akımını ileten teller evlerimizde her tarafa dolandırılarak döşenmektedir. Görünüşte bu basit bir tel parçasıdır. Bu basit tel parçasının üzerinden elektrik akımı geçirildiğinde ne olmaktadır? Evin içini dolanan teldeki elektrik, ampullerde ışık, ütü de soba da ısı, radyo da ses, televizyon da görüntü, vantilatör, mikser gibi aletler de hareket olmaktadır. Bir tel üzerindeki elektriği değişik araç ve aparatlarla ne kadar çok değişik işlevlere dönüştürerek kullandığımızı görüyorsunuz.
Çok kısa ve özet olarak belirttiğimiz elektriğin bu dönüşümü ve kullanımını siz lütfen daha genişleterek düşününüz.
Şimdi de, evlerimizde ve teknolojik alanda kullandığımız bu elektriği, beynimizden yayınlanan bioelektromanyetik dalgaların yerine koyalım. Hatta beyin dalgalarımızın, günlük yaşantımızda kullandığımız elektrikle ölçülemeyecek kadar daha değişken ve daha güçlü yaptırım etkinliğine sahip olduğunu veya olabildiğini bir düşünelim.
Günlük yaşantımızda kullandığımız elektriği aktif hale dönüştürerek kullanılabilir ve bir işe yarar hale getiren ampul, ütü, radyo televizyon gibi benzeri araç ve aparatlardır.
Beynimizin yayınladığı biomanyetik dalgalarımızın da elektrik akımı gibi aktif iş görür hale gelmesini sağlayan araç ve aparat DÜŞÜNCELERİMİZ’dir . Yani, beynimizdeki biomanyetik dalgaların, faydalı-faydasız, iyi veya kötü, kısacası olumlu veya olumsuz kullanıma dönüştüren, teknolojik araç ve aparatların yerini, düşüncelerimiz almaktadır. Örneğin ; şansızlığına, uğursuzluğuna, hasta olduğuna, işlerinin ters gittiğine inanmışlık gibi benzeri olumsuz düşünceler veya tam tersine, ben şanslı bir insanım, çok sağlıklıyım, bütün işlerim umduğumdan daha iyiye, daha güzele gidiyor gibi olumlu düşünceler, evimizde elektriğe takılan aparatlar gibidir. Bir başka değişle, biz ne düşünüyorsak, biomanyetik dalgalarımız düşünce yolu ile düşündüğümüz konulara adapte olarak, ona uyum göstererek o düşünceye uyumlu frekans, yani biomanyetik dalga yayınlamaktadır. Bu biomanyetik frekanslar da , elektriğin, devresine sokulan aparatların işlemlerine uygun işleri yaptırması gibi, biomanyetik dalgalarımız da, düşüncelerimize uygun işlevleri yapan bioelektromanyetik dalgalara dönüşmektedir. Böylece, elektrik olayında olduğu gibi, beynimizden yayınlanan biomanyetik dalgalarımız da, düşüncelerimizin oluşumunu sağlamaktadır.
Kısacası ; elektrik devresine sokulan aparatlar, elektriği nasıl kendi işlevini yapacak uygun hale dönüştürüyorsa, değişik düşüncelerimiz de, değişik aparatlar gibi bioelektromanyetik dalgalarımızı, o düşüncelerimizin oluşmasına hizmet edecek duruma dönüştürmektedir.
Yalnız bu yazdıklarımızdan bazı yanlış düşüncelerin çıkarılmasından endişe ederim. Bu, bir çalışma yapmadan yalnızca düşünce, gücüyle gökten altın yağacağını sanmak. Oysa bizim burada anlatmak istediğimiz, neyi düşünür ve neye konsantre olursanız o konuda bilginizin artacağı şeklindedir. Burada örnekte ele aldığımız gibi, devamlı altın madeni düşünmekle gökten altın yağmaz ama altın hakkındaki bilgimiz artar.
Şimdi, teknolojik elektrik akımının oluşumu ile bioelektromanyetik akımın oluşumundaki benzerliği, hatta aynılığı görürsek bütün bu açıklamalarımızın da bilimselliğini görecek ve kabul edeceksiniz.
Günlük yaşamımızda kullandığımız elektriğin oluşumu, değişik iki elektron sayısına sahip iki maddenin birbirlerinden elektron alışverişi olayından meydana gelmektedir. Yani kısacası elektrik, uygun madenler arasında bir elektron alışveriş olayıdır.
İnsanın beden yapısını oluşturan 60 ile 100 trilyon hücre içinde de trilyonlarca atom bulunmaktadır. Şüphesiz bu atomlar aynı cins atomlar olmayıp, değişik özelliklere ve elektronlara sahip olan atomlardır.
İşte bedenimizde de varolan ve bedenimizi oluşturulan bu atomlar arasında da elektron alışverişleri olmakta ve dolayısıyla elektrik olayı oluşmaktadır. Siz, bu oluşuma ister doğrudan doğruya elektrik deyin, ister bioelektromanyetik veya yalnızca biomanyetik dalga deyin, adına ne derseniz deyin, bedenimizde de, günlük yaşamımızda kullandığımız gibi bir elektrik olayı oluşmaktadır.
Kısacası, teknolojideki elektriği nasıl değişik araç ve aparatlarla devreye sokuyorsak, bedenimizde oluşan elektriği de düşünce dediğimiz eylemle, düşüncelerimizin oluşmasını sağlayacak etkinliğe dönüştürerek kullanıyoruz.
Görüyoruz ki, teknolojik elektrikle, bio elektrik arasında büyük bir benzerlik, hatta aynılık bulunmaktadır.
Peki, elektriğin ve bio elektrik dalgaların ve her elektriksel olayın öz yapısında varolan frekans olgusunun, doğa kanununda ki ve dolayısıyla günlük yaşamımızdaki yeri ve etkinliği nedir?
Buraya kadar yaptığımız ve yapacağımız açıklamaların daha iyi anlaşılması ve kabul edilmesi için evrendeki varlıkları oluşturan en küçük parçası olan atom ve hücre yapısından başlamamız gerekmektedir. Evrenin en küçük parçası olan atom ve hücreden başlamak üzere, en büyük varlık insanoğluna gelinceye dek, canlı ve cansız her varlık yapısal özelliklerine göre çevrelerine bir titreşim dalgası yayınlamaktadır. Bilimde ve teknolojide bu titreşim olayına vibrasyon, frekans, manyetik dalga, bioelektromanyetik dalga veya elektriksel gibi değişik isimler verilmektedir. Adına ne dersek diyelim, şurası bilimsel olarak bilinmektedir ki her atom ve her hücre, yapısal özelliğine göre çevresine bir frekans veya manyetik dalga yayınlamaktadır. Bilim alanında genel olarak atomların yayınlandıklarına “manyetik dalga”, hücresel yapıların yayınladıklarına da “biomanyetik dalga” denilmektedir.
Her maddenin değişik manyetik dalga yayınlaması, değişik atom yapılarına sahip olmasından kaynaklanmaktadır. Hücresel yapıdan oluşan bütün varlıklar da yapısal özelliklerine göre değişik frekans veya biomanyetik dalga yayınlamaktadır. Kısacası, atomundan hücresine dek evrende var olan bütün varlıklar kendi yapılarına özgü devamlı olarak frekans veya manyetik dalga yayınlamaktadır. Dolayısıyla bunun sonucu olarak bütün varlıklar su gibi, hava gibi, bu manyetik atmosferin içinde birbirlerine etkileyerek varlıklarını devam ettirmektedirler.
Ve dolayısıyla bütün varlıklar, karşılıklı olarak birbirleri ile frekans veya manyetik dalga alışverişi içinde bulunmaktadırlar. Bu öylesine doğal bir yapı veya doğa kanunu ki, bizler, nasıl ki hava dediğimiz bir atmosferin içinde yaşadığımız halde bunun farkında değilsek, aynı şekilde atmosfer içindeki frekans veya manyetik dalga alışverişinden de öylesine habersiz bir şekilde yaşıyoruz. Çünkü, atomlar atomsal özelliklerini ve hücrelerde hücresel özelliklerini korudukları sürece manyetik ve biomanyetik dalgalarını, yani frekanslarını yayınlamaktadırlar. Dolayısıyla bu yayınlar içinde varolan bütün varlıklar, doğal bir şekilde bu yayınlardan karşılıklı olarak etkileşim içinde bulunmaktadırlar.
Örneğin ; daha önceki açıkladığımız bitkiler arasındaki iletişim olayları, bitkiler tarafından yayınlanan biomanyetik frekanslar ile olmaktadır. Kısacası, insanlar, bitkiler ve hayvanlar arasındaki bütün iletişim olayları, söz konusu ettiğimiz bu frekanslarla olmaktadır. Özellikle bazı hayvanların çok uzak yerlerden birbirlerini algılayarak bulması, yayınladıkları frekanslarla olmaktadır. Oysa bilim buna “Koku algılamaktan” olduğunu söylemektedir. Oysa bu iletişim olayında, koku denilen olgunun ulaşamayacağı, giremeyeceği ortam ve uzaklıklardan ile bu algılama olayı olmaktadır. Dolayısıyla hayvanlar arasındaki buluşma olayını sağlayan, salgıladıkları koku değil, yayınladıkları manyetik dalgalar, frekanslar ve bu frekansların algılanmasıdır. Çünkü bu manyetik dalga ve frekanslar telefon, radyo gibi benzeri teknik araçlarda kullandığımız manyetik dalgalar ve frekanslara benzer bir olgudur.
Hayvanlar ve insanlar arasında oluşan bu iletişim ve algılama olayı, aynı cinsler arasında olan özel bir olay değildir. Cinsleri ve yapılar ne kadar değişik olursa olsun, aynı frekansları yayınlayan her varlık, birbirleri ile frekans alışverişi, yani etkileşim ve iletişim içinde bulunmaktadırlar. Öylesine ki, bir varlığın yayınladığı frekans, algılanabildiği oranda o varlıkla iletişim kurulabilmektedir. Frekansı algılanan bu varlık, bir bitki, bir hayvan veya bir maden hatta taş parçası olabilir. Burada önemli olan varlığın kendisi değil o anda yayınladığı frekanslardır. Çünkü, algılanan ve değerlendirilen varlıklar değil, frekanslardır.
Örneğin ; bazı bitkilerin ve madenlerin ve hatta taşların insanların üzeride değişik etkinlikleri olduğu saptanmıştır.
Örneğin ; kıymetli olarak bilinen bazı taşlar tarafından çok kuvvetli ve etkin olan frekanslar yayınlanmaktadır. Bu titreşimlerin kişilere olumlu etkileri olduğu gibi, son derece sert ve olumsuz özellikleriyle de olumsuz etkileri olabilmektedir. Bir hastalık dolayısıyla kişilerin yapılarında zayıf olduğu, eksikliği bulunan titreşimleri yayan bir taş parçası kullandığı zaman ( tıpkı bir ilaç gibi )o kişinin güçlenmesine, zayıflamasına, dolayısıyla hastalığın ortadan kalkmasına neden olmaktadır, olabilmektedir.
Örneğin ;
Akik Taşı :Başımız ağrıdığı zaman yayınladığımız olumsuz frekansları kendi üzerine çekerek baş ağrısının geçmesine neden olmaktadır. Vücuttaki herhangi bir gerginliği gidermek amacıyla kullanıldığında, o bölgenin üzerine konulur ve taş o bölgeye sıcaklık hissi vererek oradaki gerginliği giderir.
Ametist Taşı : Yumuşak etkiye sahip olan bu taş, insanlarda sezgi gücünü güçlendirmektedir. üzerinde devamlı taşımak suretiyle hassasiyetinizi artırabilirsiniz.
Turkuaz Taşı : Bu taşın yayınladığı tesirler (frekanslar ) ametist taşına benzemektedir. Ancak yumuşak etkili olmakla birlikte bir çeşit koruyucu özelliğine de sahiptir. İnsanları sert ve olumsuz etkilerinden korur. Şiddetli etkisi ise kendi üzerine odaklama, toplama özelliğine sahiptir,etkileri kendi üzerine çeker ve yansıtır. Bu sebepledir ki bu taşın zaman zaman çatladığı görülür.
Yakut Taşı : Kuvvetli titreşimler yayan bir taştır. Kişiyi güçlendirici etkisi vardır. Özellikle, insanlarda istek ve yapabilme gücünü kuvvetlendirir. Kırmızı yakutun titreşimleri, frekansları çok güçlü olduğu için devamlı taşınması tavsiye edilmez. Çünkü, titreşimlerin kişinin üzerinde birikmesi sabırsızlık ve asabiyete sebep olur. Kırmızı yakut taşı okültistlerin uygulamalarında önemli bir yer tutmaktadır. Bu taş, tesirleri kendi üzerinde biriktirme ve yayma özelliğine de sahip olduğundan çeşitli amaçlara aracı olarak kullanılmaktadır. Kullanıldıkça ışınsal pırıltılar yaydığı tespit edilen bu taş, en çok hızlı düşünebilen ve hareketli kişiler tarafından tercihen kullanıldığı gözlenmektedir. Bunun nedeni, seçen kişilerin yakutun titreşimleri ile uyumlu (senkronize) olmalarından kaynaklanmaktadır. Yakutun titreşimleri ile (senkronize) uyumlu olan kişiler taşın etkilerinden zarar görmedikleri gibi tersine son derece olumlu etkilenirler.
Safir Taşı : Çok bilinen ve kullanılan, çok farklı renklerde bulunan bir taştır. Kırmızı safir taşının tesiri yakut taşının etkisine benzemektedir. Sarı renkteki safir taşının etkileri ise çok daha yumuşaktır. Ancak yumuşak olmakla birlikte kuvvetli titreşimler yayan safir taşı, zihinsel faaliyetlerin artmasına neden olmaktadır.
Yeşim Taşı : Eski Çin kültüründe çok değer verilen ve ayinlerde kullanıldığı bilinen bir taştır. Hemen bütün süs eşyalarında hatta silahların üzerinde işlenen bu taşın çok kuvvetli tesirleri olduğu ve kişiyi güçlendirdiği söylenmektedir. Dış etkileri kendi üzerinde toplama ve yayma özelliğine sahip olduğuna inanıldığından bu taşın okült tradisyonda (gizli inançlarda) önemli bir yeri vardır. Taşıyan kişiye özel bir güç verdiği iddia edilen bu taşın devamlı taşınması pek tavsiye edilmez. Ancak belirli amaçlarda kullanıldığı hallerde kişiyi güçlendirdiği söylenir.
Kuarks (quarks) Taşı : Son derece kıymetli bir taş olan Kuarks taşı çok ilginç özelliklere sahiptir. Çok yüksek potansiyelli enerjiye sahip olan Kuarks taşlarının canlı oldukları bilinmektedir. Kuarks taşı, demir, kalsiyum, potasyum, hidroksil su buharı, hidrojen, helyum, oksijen ve karbon partiküllerin guruplaşmaları sonucu oluşmaktadır. Partikül gurupların meydana getirdiği kuarks, çok yüksek potansiyelli enerji taşımaktadır.
Gizemli öğretide Kuarks’ın özel bir yeri ve önemi vardır. Bu taşa sahip olan kişi kendi titreşimlerini yükleyebilir ve istediği özelliklerin açığa çıkmasını bu taşın yardımıyla sağlayabilir.
Pırlanta : Çok bilinen ve kullanılan bir taştır. Genellikle işlenmiş halde bulunan pırlantanın titreşimleri son derece kuvvetlidir. Pırlantanın koruyucu özelliği olduğundan dolayı özellikle “nazar-göz değmesine” karşı kullanıldığı bilinmektedir. Pırlanta, gizli bilimlerle uğraşan kişiler arasında da değer verilen bir aracıdır. Özellikle tesirleri yansıtmak amacıyla kullanılmaktadır. Ayrıca zihinsel faaliyeti artırdığı iddia edilen bu pırlanta, devamlı taşındığı zaman kişiye huzur ve rahatlık duygusu vermektedir.
Elmas : Son derece kuvvetli titreşimlere sahip olan bir taştır. Doğu kültüründe güçlü titreşimlerinin kutsallığına inanılmaktadır. Pırlantanın içinden gizli ışıltıların yüksek frekanslı dalgalar yaydığı bilinmektedir.
Ancak bilinen en önemli özelliği, her türlü dış etkili titreşimleri kendi bünyesinde biriktirebilmesidir. Bu sebepten dolayı hem sert, hem de yumuşak etkileri kendi üzerinde toplaması ve güçlü bir şekilde yayması elmas hakkında çok fazla efsanenin doğmasına yol açmıştır. Yayınladığı titreşimlerin etkinliğine göre olumlu ve olumsuz etkileri olduğundan, elmas hakkında uğurlu ve uğursuz olabileceği, inançların oluşmasına neden olmuştur.
Elmasın devamlı kullanılması halinde, o kişinin tesirleri, etkinlikleri taşın üzerine sinmekte ve o kişinin özelliklerini daha fazla açığa çıkmasına neden olmaktadır.
Burada çok bilinen ve günlük yaşamda kullanılan birkaç taşı örnek olarak belirttik. Gereğince bilimsel olarak incelenmemiş daha birçok taşlarda, etkin olan nice titreşimler bulunmaktadır.
Görüyorsunuz ki, taş, maden, bitki, hayvan ve insan, kısacası, ne olursa olsun atomundan hücresine dek evrende varolan bütün varlıklar, kendilerine özgü bir frekans –titreşim- yayınlamakta ve bu frekanslarla da çevrelerini etkilemektedirler. Bu etkilenme olayı, bütün varlıklarda algılama yolu ile olurken, yalnız insanlarda beyin organının faaliyeti ile yani “Düşünme gücü” veya “Düşünme yöntemleri” nin etkinliği ile olmaktadır. Aynı ortamda aynı koşullar içinde bulunduğu halde, bazı insanların bu ortam ve koşullardan etkilenmezken bazı insanların etkilendiğini görüyoruz.
NEDEN?
Bunun tek nedeni, insanların o anda içinde bulundukları düşünce yapısı ile ilgilidir.
Örneğin ; aynı hastalıktan, aynı odada, aynı doktordan ve aynı ilaçlarla tedavi olan insanlardan bir kısmı en kısa zamanda sağlıklarına kavuşurken, bir kısmı daha uzun zaman sonra sağlıklarına kavuşmakta, diğer bir kısım insanlar ise hiçbir zaman sağlıklarına kavuşmadıkları, hatta hastalıklarının daha da arttığı görülmektedir. NEDEN?
Bu olayda iyi olan hastalar, doktorlarına, tedaviye, verilen ilaçların kendilerine iyi geleceğine ve dolayısıyla sağlıklarına kavuşacaklarına inanan hastalardır. Tedavi sonucu geç iyi olan hastalar ise, iyi olacaklarına inanmalarına karşın, yinede bir şüphe içinde bulunanlardır. Diğer kısım yani iyi olamayan hastalar ise, hiçbir zaman iyi olmayacaklarına inanan hastalardır. Böylece, yayınladıkları frekanslara uygun frekansın etkisi altına girdiklerinden, bu frekansların olumlu veya olumsuz durumlarına göre etkilenmişlerdir.
Bu ve buna benzer olaylardan da, “düşünme” dediğimiz işlemin pasif ve etkisiz bir olay olmayıp, tam aksine aktif ve etkin bir olay olduğu bilimsel olarak ortaya çıkmaktadır. Öylesine ki, bu bilimsel bulguların sonucu olarak sırf düşünce gücümüzle uzaktan kumanda ile yönetilen, çalıştırılan bilgisayar, müzik setleri gibi benzeri elektronik aletler yapılmaya başlanmıştır. Çünkü, bütün teknolojik ve elektronik iletişim olaylarında havanın iletkenlik ve koruyuculuk özelliği, sesimiz için olsun, düşüncelerimiz ve bedensel yapımızdan yayınladığımız her türlü frekanslar için olsun aynen geçerlidir. Yani, elektronik araçlarla yapılan yayınlar hava dediğimiz atmosferin içinde sonsuza dek yapılarını nasıl koruyorlarsa, bizim de konuşmalarımızla yayınladığımız sesimizi, kalbimizden yayınladığımız hislerimizi, duygularımızı, beynimizle yayınladığımız düşüncelerimizi yansıtan frekanslarımız, sonsuza dek hava içinde varlıklarını aynen korumaktadır.
Beynimizden yayınladığımız biomanyetik dalgalarımızın ve dolayısıyla düşüncelerimizi yansıtan frekanslarımızın havada kaybolmadıklarını ve ebedi olarak varlıklarını ve yaptırım etkinliklerini koruduklarını size önemli bir belge ile açıklamak istiyorum.
Söz konusu bu açıklama, 1936’da üniversitelerin yeni öğrenim yılına başlamaları nedeniyle Atatürk'ün Prof. Afet İNAN’a yazdırdığı sözlerdir. Prof. Afet İNAN; Atatürk'ün bu söylediklerini o zamanın koşulu içinde bilimsel bulmadığından ve kendiside buna inanmadığından bu açıklamayı hiçbir yerde ve dersinde söylemiyor. Hatta tabir yerinde ise ; Atatürk'ün bu söylediklerini kimse duymasın diye hasır altı ediyor. Ne zaman ki bilimsel araştırmalar Atatürk' ün bu açıklamalarını doğrular şekilde bulgular ve açıklamalar getirince, Atatürk' ün ölümünden seneler sonra yazmış olduğu “Atatürk’le İlgili Hatıralar ve Belgeler” adlı kitabında bu tarihi açıklamayı yayınlamıştır.
Atatürk' ün Afet İNAN’a yazdırdığı tarihi açıklama:
“Tabiatta bilirsiniz ki hiçbir şey yok olmaz, ne bir ses, ne bir söz, ne bir hareket... Olduğu çağ ne kadar eski olursa olsun, bütün bu oluşlar oldukları andaki gibi tabiat içindedirler, bu dalgalanmada zaman ve mesafe kavramı mefhumu yoktur... Yarın bizi saran tabiat unsurları içinde binlerce ve binlerce sene önce söylenilmiş sözleri olduğu gibi toplayıp tespit etmek imkanına elbette varılacaktır. Tabiatın bugün için esrar dolu sinesine gireceği muhakkak olan insan zekası, beklenilen hakikatleri ortaya koyacaktır. Çünkü tarih belgelerinin ilerideki keşifleri buna dayanacaktır. Her tarihi şahsın söyledikleri sözler toplanabilecek ve böylece biz onları kendi seslerinden ve sözlerinden dinleyebileceğiz.”
İsterseniz Atatürk' ün bu açıklamalarının doğruluğunu bir de çağdaş bilimsel bulgularla doğrulayalım.
İtalyan bilgini Marconi, radyoyu bulma çalışmaları sırasında elektromanyetik dalgalar üzerinde çalışma yaparken, uzaydan kendisi tarafından yayınlanmayan bazı sesler ve konuşmalar saptıyor. Saptadığı bu sesler üzerinde ses analizi yaptığında bu konuşmaların ve seslerin, İtalyan diktatörü Mussolini’nin İtalya da ihtilâl yapmadan senelerce önce arkadaşlarıyla buluştukları bir yerde yaptıkları gizli konuşmalar olduğu ortaya çıkıyor. Bu buluştan sonra Sezar’ın milattan önce Roma meclisinde yaptığı konuşmalardan başlanmak üzere Atatürk' e ve daha yakın zamana ait devlet başkanlarının veya önemli kişilerin yaptığı konuşmalar uzaydan taranarak tespit edilmeye ve bu güne kadar bunda da oldukça başarılı sonuçlar alınmaya başlanmıştır.
Havanın içinde sesimiz gibi, bedenimiz tarafından yayınlanan ve görüntümüzü yansıtan biomanyetik dalgalarımız da varlığını sonsuza dek korumaktadır. Bunun böyle olabileceği de günün teknolojisi ile zaten kanıtlanmış durumdadır. Sesimizi hava ve atmosfer içinde yayan radyo, telefon ve benzeri araçlar gibi, görüntümüzü yayan televizyon aracını bir düşünün. Şimdi de konuştuğumuz cep telefonları görüntülü telefon durumuna dönüşmüş durumdadır. Yani telefonumuzla konuşurken telefon üzerinde ki küçük ekranda konuştuğumuz insanı da karşımızda görerek konuşacağız.
Burada şu gerçekle karşılaşıyoruz, hava dediğimiz atmosferin içinde hiçbir ses, hiçbir hareket ve görüntü yok olmamakta, sonsuza dek bunlar varlıklarını korumaktadırlar. Öyleyse sesimiz gibi görüntümüz de atmosferin içinde bulunup tespit edilebilecektir. Bu alanda yapılacak çalışmalar sonucu bulunacak teknolojik gelişmeler ile, örneğin, diyelim ki bir yerde bir cinayet işlendi, bir hırsızlık yapıldı ve suçluları bulunamadı. O teknolojik araç oraya getirilerek, cinayetin veya hırsızlığın işlendiği zamana ayarlandığında, o suçlar, o anda işleniyormuşçasına suçu işleyenlerin görüntüleri hava içinde korunduğundan, havada korunan bu görüntüleri olduğu gibi görüntülenecektir. Çünkü, video gösterimlerde olduğu gibi, filmlerin istendiği anda durdurulup, geri çevrilmesi gibi, bu aparatlar da durdurulup geriye çalıştırılarak geçmiş zamanlara ayarlanabilecektedir. Hatta daha ileri giderek, filmlerdeki hızlı oynatım gibi, kişinin frekansı üzerinde gizli ayarlamalarla o kişinin ileri zamanlarda ki yaşamı bile saptanabilecek ve görüntülenebilecektedir.
Yalnız bu kadar mı? Hayır bu kadarla da kalınmayacak, insan beden yapısını oluşturan her organın kendine özgü özellikleri, yani frekansları vardır. Tıpkı parmak izi olayında olduğu gibi. Biz elimizle bir şeyi tuttuğumuz zaman parmak izlerimizle birlikte, parmak uçlarımızdan yayınlanan manyetik dalgalar tuttuğumuz o eşya tarafından algılanmakta ve sonsuza kadar algıladığı bu manyetik dalgaları korumakta ve yayınlamaktadır. Bir insanın ölümünden önce yaşam süreci içinde elinin tuttuğu her şey o insanın el frekansını koruyup yansıttığından, bir aparatla o insanın el frekansı saptandığında ve bu frekans o kişinin yaşamı süreci içinde yaşadığı ortam da dolaştırıldığında, o ortamda o kişini tuttuğu bütün eşyalar o kişinin el frekansını yayınlayacaktır. Böylece o kişinin yaşamı süreci içinde elleri ile yaptığı her şey saptanacak ve gözler önüne serilecektir.
Bugün için tıp biliminde tıbbî hastalıkların teşhisinde kullanılan kalp ve beyin elektrolarındaki sinyal çizgileri şifresi tam anlamı ile çözümlendiğinde, kalbimizden geçen hislerimiz ve duygularımız ile, beynimizden geçirdiğimiz düşüncelerimiz, üzerinden ne kadar zaman aşımı geçmiş olursa olsun saptanabilecektir.
Doğada var olan atomundan hücresine dek her varlığın kendine özgü şaşmaz, değişmez ve kaybolmaz kendine özgü bir yapısı, sistemi ve kanunları bulunmaktadır. Evren de var olan bütün varlıklar bu şaşmaz değişmez ve kaybolmaz sistem ve kanunlara bağlı bulunmaktadır.
İnsanın bedensel yapısının da 60 ile 100 trilyon arasında hücre yapısından oluştuğunu belirtmiştik. Her hücre grubunun kendine özgü sistemi, kanunları bulunmaktadır. Dolayısıyla her bir hücre grubunun kendi sistem ve kanunu içinde çalışan doğal yapısıyla minik pilciklere veya minik video kameralarına benzetirsek, bedensel yapımızın 60 ile 100 trilyon minik video kamerasıyla donatılmış bir yapıya sahip olduğunu ürpererek anlamış oluruz.
Ve bunun ne demek olduğu üzerinde düşününüz.
Bu durumda, doğumumuzdan ölümümüze dek bütün sözlerimizin, hareket ve davranışlarımızın, hatta kalbimizden geçirdiğimiz duygu ve hislerimizin, beynimizden geçirdiğimiz düşüncelerimizin yok olmadığını, hava ve atmosfer içinde ebediyen korunduğunu ve teknolojik araçlarla bunların saptanıp bilimsel olarak ortaya konabileceğini düşünün.
BUNA, DOĞA KANUNU İLE İNSANIN BÜTÜNLEŞMESİ DİYEBİLİRİZ.
Bütün bu açıklamaların ışığı altında insanın beden yapısında var olan kanun ve sistemlerle, doğanın yapısında var olan kanun ve sistemler arasındaki ilişki, bağlantı, birlik ve bütünleşmelerindeki özdeş halleri üzerinde bir düşünün.
Birbirinden ayrı verilerle değerlendirilmeye çalışılan doğa ve insan ikilisindeki sistem ve kanunları birbirinden ayırmak, birbirinden ayrı değerlerle değerlendirmek mümkün müdür? Aralarında bir ayrım yapabilirsek bu ayrım ne dereceye kadar bilimsel, sağlıklı ve doğru bir ayrım olabilir?
Peki, tabiat kanunları ile insan yapısını oluşturulan kanunlar arsındaki böylesine yakınlık, aynılık ve özdeşlik olduğuna göre, bu kanunların yaşamımızdaki gücü ve etkinliği nedir? Bu güç ve etkinlik nereden kaynaklanmaktadır?
İster doğa kanunları olsun, ister bedensel yapımızdaki kanunlar olsun, bu kanunların işleyişi ve etkin oluşunu etkileyen en güçlü güç ve kaynak insanın inancıdır. Yani insandaki inanç derecesinde ki güçlü düşünceleridir.
Bir insan ne derece güçlü inanç ve düşüncelere sahipse, o inanç ve düşüncelerinin o oranda, er veya geç, oluştukları saptanmıştır.
Bu inanç ve düşüncelere uyumlu oluşumların büyük ilim adamları, kâşiflerin ve devlet adamlarının yaşamlarında şaşılacak derecede ve çarpıcı bir şekilde görülmektedir.
Örneğin ; Edison’un elektrik ampulünü bu günkü yanar duruma getirmek için tam on bin deney yapmasındaki inanca bir bakınız.
Örneğin ; Kristof Kolomb’un Amerika kıtasını, diğer kâşiflerin yeni yerler bulmaktaki gösterdikleri inançlarını bir gözünüzün önüne getiriniz.
Bu konuda gerekli bir araştırma ve gözlem yaparsanız, tarihte olsun hatta çevrenizde yaşamınızda olsun bunu doğrulayan pek çok örnekler bulabilir veya görebilirsiniz.
Ve yine; kanser başta olmak üzere düzelmez denilen birçok hastalıklar da sırf inançları ile yenip sağlığına kavuşan insanları bir düşünün.
Ve son olarak bu konuda hepimizin yakından tanıdığı Atatürk'ü en çarpıcı örnek olarak gösterebiliriz.
Atatürk daha yüzbaşı iken Selanik’te arkadaşları ile bir sohbet sırasında bir arkadaşına “Seni Dışişleri Bakanı yapacağım”, diğer bir arkadaşına “Seni Milli Eğitim Bakanı”, bir başka arkadaşına “Seni Maliye Bakanı”, bir arkadaşına da “Seni kendime yaver yapacağım” gibi benzer sözlerle çevresindekilere mevki ve makâm dağıtmaya başlamış. Bunun üzerine arkadaşlarından biri dayanamayarak, yarı şaka, yarı alay ederek Atatürk' e “Allah’ını seversen sen padişah mı olacaksın ki hepimize bu makamları veriyorsun” deyince,Atatürk bu sözleri söyleyen arkadaşına dönerek gayet ciddi ve inanç dolu bir sesle “Bu makamları sizlere vermen için ne olmam gerekiyorsa o olacağım”diyor.
Ve dediğini aynen yapıyor.
Yine Atatürk' ün 1907 senesinde daha bir yüzbaşı iken Selanik’te İvan Monolov adında bir Bulgar gazetecisine söylediği şu sözlere lütfen dikkat ediniz ve bunun üzerinde düşününüz.
“Bir gün gelecek ben, hayal zannettiğiniz bütün bu inkılâpları başaracağım. Mensup olduğum millet bana inanacaktır. Düşündüklerim hiçbir demagoji mahsulü değildir.
Bu millet gerçeği görünce arkasından tereddütsüz yürür, dava uğrunda ölmesini bilir.
Saltanat yıkılmalıdır. Devlet yapısı mütecanis (değişmeyen) bir unsura dayanmalıdır. Din ve devlet birbirinden ayrılmalı ve doğu medeniyetindeki benliğimizden sıyrılarak batı medeniyetine aktarmalıyız.
Kadın ve erkek üzerindeki haklar silinerek, yeni bir sosyal nizam kurulmalıdır. Çağın medeniyetine girmemize engel olan yazıyı atarak Latin kökünden bir alfabe seçmeli, kılık kıyafetimizle çağdaşlığa uymalıyız.
EMİN OLUN BUNLARIN HEPSİ BİR GÜN OLACAKTIR”
Atatürk'te olsun ve diğer lider durumundaki insanlarda olsun bu güç, bu inanç nereden kaynaklanmakta ve nereden yönetilmektedir?
İnsanlık, doğa kanunu adını verdiği kanunların kaynağını ve kullanımını öğrendiği an, orada kendisini, kendi varlığını, kendi gücünü bulacaktır.
İnsanoğlu her ne kadar bilimde ilerlediğini, her şeyi bulduğunu ve bildiğini sanıyor ve iddia ediyorsa da, daha bilmediği hatta henüz adımını bile alamadığı o kadar çok bilinmeyen bilim ve doğa kanunları bulunmaktadır ki.
Örneğin ; varlığı daha M.Ö. bilinen fakat bilimselliği halâ tartışılan ve hatta kabul edilemeyen bir doğa kanunu vardır. O da insan bedeninde ki Bio ritim, Bio saat veya Bio enerji denilen olgunun varlığı ve bilimsel açıdan daha sırrı açıklanmış değildir. İnsandaki bu biyolojik saat, insanın var oluşundan beri çalışmaktadır ve genler aracılığı ile nesilden nesile de aktarılarak gelmektedir. Bu konuda araştırma yapan Bioritim uzmanları, bir insanın bütün yaşamının bu iç Bioritim saatine göre ayarlanmış olduğunu bu Bio ritmin dışına çıkamadığını, onu değiştiremediğini, yok edemediğini söylemektedirler.
İnsan bedeninde 28 ve 33 günde bir olmak üzere devir yapan iki bioritim bulunduğunu, bu titreşimlerin insanın bedeni ve psikolojik yapısı üzerinde ayrı ayrı değişik etkinlikleri olduğu bilinmektedir. Hatta insan yaşamında gelecek zamanlarına yönelik hesapları %100’e yakın hesapladıkları ve geleceği bildikleri halde bunları engelleyemiyorlar, değiştiremiyorlar.
Nedir bu bio ritmin, bio enerjinin sırrı, bunların bedensel yapımız ve psikolojik yapımız üzerindeki etkinliği, gücü nereden kaynaklanıyor ve neden değiştirilemiyor?
Yine bunun dışında insan bedenindeki varlığı milyonlarca yıldan beri bilindiği halde sırları çözülememiş daha birçok merkezler ve oluşumlar bulunmaktadır.
Örneğin ; insanlardaki parmak izleri de M.Ö. bilinen bir olgudur. Ama, nedeni, niçini halâ bilimsel olarak çözülememiştir.
Parmak izi olayında sırrı çözülemeyen, sırrını koruyan yalnızca bir parmak izinden ibaret bir olgu mudur? Örneğin ; parmak izlerinin de insanın geleceği, kaderi üzerinde etkinliği var mıdır, varsa bu etkinliklerin sırrı ve gücü nedir? Bunlar bilinmiyor, bilinemiyor?
Örneğin ; uzadıkça kesip attığımız el ve ayak tırnaklarımızın sırrını da henüz çözebilmiş değiliz. Çok eskiden beri tırnaklara bakılarak birçok hastalıklar, hatta gelebilecek hastalıklar tespit edilebiliyordu. İnsanlık daha bunun sırrını çözebilmiş değil. Tırnaklar, hastalıklar dışında daha neleri yansıtıyor bilemiyoruz.
Örneğin ; bilim henüz, insanın ağladığı zaman gözlerinden akan gözyaşları ile, sevindiği zaman gözlerinden akan sevinç gözyaşlarındaki kimyasal yapısının başka başka oluşunun sırrını bile henüz çözebilmiş değildir.
Örneğin ; ellerimiz üzerindeki damar sisteminin, kulak yapımızın, gözlerimizin, saçlarımızın ve buna benzer daha birçok organ veya noktanın, parmak izlerimiz gibi birbirine benzemediği;bunların da her kişiye özel olduğu fark edilmiş, fakat bu farkların nedenleri ve yaşamımız üzerindeki etkileri hala bilimsel olarak bilinmemekte, açıklanamamaktadır.
Kısacası, insan bedeninde olsun, insan bedeni dışında olsun, adına doğa kanunları dediğimiz birçok kanunlar bulunmaktadır. İnsanlık, bilimsel olarak bu doğa kanunları üzerinde bir noktaya kadar gidebilmekte ve o noktadan sonra bilimselliği tükenmektedir. Daha doğrusu insanlık, tükendiği noktayı bilimin son noktası zannetme hatasına girmektedir. İşte bilimin ve dolayısıyla insanın en büyük yanılgıya düşüren nokta, bilimin bu gün için gidebildiği noktayı son nokta sanmasıdır. Bunun içindir ki bilim, bu doğa kanunlarının kaynağını, değişmeyen ve değiştirilemeyen nedenlerini bilememekte ve açıklayamamaktadır.
DOĞA KANUNLARI VE DİN BAĞINTISI
Peki, bu durumda aklımıza birçok sorular takılmaktadır.
Doğa kanunu adını verdiğimiz bu kanunların, dini inançlarla ve dolayısıyla “Allah” inancıyla bir bağıntısı, bir ilgisi var mı? Varsa bu bağlantı ve ilişki nedir? Ve insanlık, bu doğa kanunlarını üretebilecek, onları kontrolleri altına alabilecek ve değiştirebilecek bir duruma gelebilecek mi?
Tarih boyunca insanoğlunun kafasına takılan bu ve buna benzer soruların cevabına geçmeden önce, yine insanoğlunun tarih boyunca yapa geldiği bir yanılgısını açıklamanın yapmanın daha doğru olacağı inancındayız. Çünkü bu açıklamalar sonucu, insanoğlunu yanlış değerlendirmelerini, yargıların ortaya çıkacak ve bundan sonra bu alanda bundan sonra yapılacak araştırmalara ve yani bilgilere bilimsellik kazandıracaktır.
Çünkü, bilimsel değerlendirmelerdeki yanılgılar, insanoğlunu “BİLİM ve DİN ÇATIŞMASI "na götürmüştür.
Örneğin ; bilim ve insanoğlu, elle tutulup gözle görülmeyen, ancak milyonlarca kez elektronik mikroskoplarla büyütülerek görülebilen küçüklükteki DNA ve GEN denilen o büyük bilinmezin sırrını daha henüz, çözebilmiş ve bir açıklık getirebilmiş değildir. Bu öyle bir sır ki, bir insanın fiziksel yapısından, psikolojik yapısına, sağlığından hastalığına kadar hatta bütün geçmişi ve geleceğini içinde bulunduran bu genlerin ne biçim bir şey olduklarına dair bilimsel bir açıklama getirilememiştir. Bugüne dek getirilen bilimsel açıklamalarda yeterli değildir.
Bu karşıtlığı ve karışıklığı kısmen de olsa önleyebilmek ve açıklamalarımızın daha iyi anlaşılabilmesi için öncelikle DİN ve İLMİN tanımının yapılması gerektiği inancındayım.
Bu güne dek din ve din inancının pek çok tanımı yapılmıştır. Biz bunlardan yalnız birkaçını örnek alarak yetineceğiz. Örneğin, İslâm alimlerinin ortak din tanımı “Allah tarafından kurulan, mensuplarını dünya ve ahirette mutluluk ve kurtuluşa ulaştıran, inanış ve davranışların bütünü”
Britannica Ansiklopedisi, “İnsanın, kutsal saydığı gerçeklerle ilgisi”
Larousse Ansiklopedisi, “İnsanın, kaderine bağlı gördüğü üstün bir güç veya ilişkiye inancı”
Çağımızın aydın din bilginlerinden Prof. Dr. İbrahim Agah ÇUBUKÇU ile Prof. Dr. Yaşar Nuri ÖZTÜRK, dini geniş ve genel anlamda “KUL ile Allah ARASINDAKİ BAĞINTI” olarak tanımlamaktadırlar.
Görüyorsunuz ki, din ve dinsel inançlar Allah dediğimiz yüce varlıkla KUL dediğimiz yaratılmış arasında bir bağıntı ve bir ilişkidir.
İlmin tanımı ise, Okyanus sözcüğünde, “Çeşitli olgular ile düzenlenmiş bilgilerin bütünü” olarak tanımlayarak her şeyden önce olguların özünü bilmek, bilgi, vukûf ve malûmat sahibi olmak.
Türkçe sözlük, İlim=Bilgi=Bir işin özelliklerini, işleyişini en ince ayrıntılarına dek iyice öğrenmek.
Larousse Ansiklopedisi: “Çeşitli olgularla ilgili iyi düzenlenmiş bilgilerin bütünü” olarak tanımlamaktadır.
İlmin temel yapısı akla ve akılcılığa dayanır. Dinler de özellikle İslâm dini akılcılığa ve ilme en büyük önemi vermektedir. Çünkü Kur'anda ilimle ilgili 750, akılcılıkla ilgili 82 ayet bulunmaktadır. Dinin ve dinsel inançların akılcılığa ve bilme dayanması gerektiğini Kur'an bir çok ayetinde “Siz hiç düşünmez misiniz?”, “Siz hiç akıl etmez misiniz?” diyerek insanları uyarmaktadır.
Özellikle “HİÇ BİLENLE BİLMEYEN BİR OLUR MU?” ZÜMER Sur. 39/9 ayeti ile akılcılığa ve bilime verdiği değeri çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
İnsanoğlunun tarih boyunca sürüp gelen yanılgılarından biri de, din olgusu ile bilimsel araştırmaları birbirine karşıt, hatta düşman gibi görmeleri ve bu şekilde değerlendirmeleri olmuştur. Bu durumun oluşmasında en büyük yanılgı ve en büyük etken bence bazı bilgisiz din adamlarından kaynaklanmıştır. Çünkü, o zamanlar, dinin ve din adamlarının toplumlar ve insanlar üzerindeki gücü ve etkinliği hiçbir şeyle karşılaştırılamayacak kadar fazlaydı. Oysa, bilimsel araştırmalar sonucu bulunan yeni bazı bulgular, bilgisiz din adamlarının söylediklerinin doğru olmadığını, doğruyu bırakın bilimsel bulguların tam tersi olduğunu ortaya çıkardı.
Bu durum karşısında toplum ve bireylerde din adamları ve dolayısıyla dine karşı inançları ve güvenleri azalmaya, hatta yok olmaya başladı.
Bu durumu gören bazı din adamları, dini ve dolayısıyla kendi güç ve etkinliklerini koruyabilmek için bu bilimsel araştırmalara ve bilimsel bulgulara karşı çıktılar. Bu alanda öylesine ileri gittiler ki, bilimsel araştırmaları ve bulguları dine kaşıt hareketler olarak, hatta dinsizlikle suçlamaya başladılar.
Bu durumun en çarpıcı örneği Galile’nin, güneşin dünyanın etrafında değil, tam tersine dünyanın güneşin etrafında döndüğünü bilimsel olarak kanıtlanması olayıdır. O çağın din adamalarından oluşan Engizisyon mahkemelerinde yargılanan Galile, idama mahkum edilmiştir. Fakat halkın tepkisini üzerine çekmemek için Galile’yi, bilimsel bulgusunu inkar etmesi ve din adamalarının görüşünü kabul etmesi koşulu ile idam cezasını affeder göründüler. Galile idamdan kurtulmak için mecburen bilimsel bulgusundan vazgeçmek zorunda kalmış, fakat Engizisyon mahkemesinin çıkarken de “Ne yapalım ki, dünya güneşin etrafında dönüyor” demekten kendisini alamamıştır.
Bilimsel bulgular çoğalıp kuvvetlendikçe ve bilgisiz din adamalarının bilgisizlikleri ortaya çıktıkça, bilim ve din çatışması daha çok zıtlaşmış ve daha çok karşıt hale gelmiştir. Dolayısıyla bu durum, din ve bilimin bir çok toplumlarda birbirine karşıt, hatta düşman hale gelmesine ve getirilmesine neden olmuştur. Böylece ilim ve din birbirlerini inkâr etme, birbirlerini yok etme sürtüşmesi ve savaşı içine girmiştir. Dolayısıyla birisinin bulunduğu yerde diğerine var olma hakkı tanınmayacak durumlara gelinmiştir.
Bu zıtlaşmanın sonucu olarak bilimsel araştırmacılar da, bilimsel bulgularını, bilimsel verilerle ortaya koyarak kendi varlıklarını ve etkinliklerini, her şeyden önemlisi haklılıklarını kanıtlamak istemişler ve kanıtlamışlardır.
Bunun tabii sonucu olarak bilimsel bulgular ve kanıtlar, din ve dini inanışlar üzerinde insanlarda ve toplumlarda haklı olarak kuşkulara neden olmuştur. Çünkü, bilime bilimsel bulgulara karşı çıkarak bilimi yok etmeğe kalkışan bilgisiz din adamlarına karşılık, bilim adamları da bulgularını kanıtlayarak kendi varlıklarını devam ettirebilmek için, din adamlarına ve dolayısıyla dinin varlığına karşı çıkarak dini yok etmeye kalkıştılar.
Böylece ilim ve din arasındaki bu kör düğüş asırlardan beri devam ederek gelmiştir.
Bu düğüşte her iki tarafın da yanlışı ve yanılgısı nedir ve bu nereden kaynaklanmaktadır, en önemlisi bu yanılgıyı ve savaşı önlemek mümkün değil midir? Eğer mümkünse bunu nasıl önleyebiliriz?
Din adamalarının yanılgısına daha önce biraz olsun değinmiştik. Bu açıklamalarımıza devam edelim. Bizim görebildiğimiz kadarıyla din adamalarının bu olayda iki büyük yanılgısı bulunmaktadır.
Birincisi; bazı din adamlarının din ve ilim alanındaki bilgi yetersizlikleri,
İkincisi; din adamlığı vasfının veya dini görevlerin bir meslek ve dolayısıyla bir geçim kaynağı haline getirilmesi. Dolayısıyla geçim ve ayrıcalıklı olma durumlarını, etkinliklerini kaybetme endişeleri. Bazı din adamlarının bilimsel alandaki bilgisizliklerini gizlemek düşüncesi ile bilime karşı çıkmaları çatışmanın temel kaynağı olmuştur. Buna karşılık olarak ilim adamlarının da din ve dinsel inançları geriliğin, geri kalmışlığın temel yapısı olarak görmeleri bu çatışmanın karşıt ayağını oluşturmuştur.
Oysa dinlerin temel yapısına, temel felsefesine ve özüne dikkatle bakılırsa, tam tersine dinlerin gericiliğin değil, ilericiliğin temel kaynağı olduğu görülecektir. En ilkel din inançları bile, geldiği çağ ve toplumda insanlara miskinliği; tembelliği değil, çalışmayı, dürüst olmayı önermiştir.
Örneğin ; bütün dinler insanlara ahlâklı olmayı önermiş ve emretmiştir. Din ve ahlâk bir bütünün iki parçasıdır. Dinden uzaklaştıkça insanlar ahlâk duygusundan ve anlayışından, ahlâk duygusundan uzaklaştıkça da Din inancından uzaklaşmışlardır.
Onun içindir ki insanlara ahlâksızlığı öneren hiçbir din yoktur. Yaşamımızda bazı dindar görünümlü ahlaksızların görüntüsüne bakarak onları dinle bağdaştırmamalıyız. Onlar din inançlarını çıkarları için kullanan dinden uzaklaşmış kişilerdir.
Dinlerin ikinci emri ise çalışmaktır. Öylesine ki, İslamiyet dini çalışmayı ibadete eşit kabul etmiş, hatta bazı zamanlarda çalışmayı ibadetten bile üstün tutmuştur. Örneğin Hz. Muhammed, bütün gününü ibadetle geçiren birisine “Senin geçimini kim temin ediyor?” diye sorduğunda “Kardeşim” diyen kişiye Hz. Muhammed, “Kardeşin senden daha üstün durumdadır.” demiştir. Kısacası bütün dinler tembelliğin karşısındadır. Dinler gericiliği değil ilericiliği önermiştir. Örneğin, Hz. Muhammed “İki günü eşit olan kayıptadır” diyerek her günün bir gelişim ve ilerleme günü olması gerektiğini emretmiştir.
Bu birkaç örnek bile dinlerin gericiliği değil ilericiliği önerdiğini ortaya koymaktadır.
Tembelliği kendilerine geçim kaynağı haline getirenler ve bu amaçları için de dini kullanmaya kalkışanlar bizi yanıltmasın. Bir başka deyişle dinlerdeki gericilik ve çağdışılık görüntüsü, dini kendi çıkarları için kullanan bazı bilgisiz çevrelerden kaynaklanmaktadır.
Dinin diğer önemli taşlarından birisi de ilimdir.
İlim, bulgularını bilimsel verilerle, matematiksel rakamlarla kanıtlanmaktadır.
Bunun sonucu olarak da bilimi, yalnızca bilimsel verilere dayanarak, rakamlandıran, dolayısıyla bilime ve bilimsel açıklamalara rakamsal değerler açısından bakan,tek yönlü ve katı değerlendirmeler içinde bulunmanın yanlışı, yanılgısı içinde toleranssız bazı bilim adamları oluşmuştur.
Yine bu bilimsel kanıtlar, insanlarda haklı olarak, kanıtlanmış bilime inanma eğiliminin kuvvetlenmesine neden olmuştur. Ve bu eğitim sosyal yaşamda olsun, inanç yaşamında olsun, insanlarda, daha doğrusu aydın görünümlü bazı çevrelerde dini inançlara karşı çıkma, hatta dini yok sayma, yok etme düşüncesini, eğilimini kuvvetlendirmiştir.
Dine karşı bütün bu eğilimler, kesin ve açık delillerle ve rakamlarla kanıtlanan bilimsel bulgulara karşın, dinlerin ve dini inançların, yalnızca manevi inanca dayanması dine karşı çıkılmasının nedeni olmuştur.
Böylece bilime ayak uyduramayan bilgisiz din adamalarının bilime karşı çıkması da Bilim ve Din çatışmasının, hatta düşmanlığının ortaya çıkmasına başlıca neden olmuştur. Ne yazık ki bu hâlâ devam ederek gelmektedir, sonuç olarak zaman bilimin lehine işlemekte, din faktörü ise her geçen gün daha ağır yaralar alarak yıpranmaktadır. Korkarım ki bu yıpranmalar sonucu din faktörü fonksiyonu ve etkinliğini tamamen kaybederek yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Bunun bir nedeni de, dinin bazı ibadetlerinin ve dinin emirlerinin yani yaptırımlarının yerine getirilmesinde insanların zorlanmasıdır. Oysa dinde, insanları uymaya zorlayıcı emirler ve kurallar bulunmamaktadır. Dinin insanlar arasında düzeni ve dengeyi kurmak için koyduğu kurallar, yaptırımlar ile dini emirler, insanların çoğunluğunca, onlara haklarını kısıtlayıcı gibi geldiğinden bu emirler ve kurallar tamamen ortadan kaldırılmak istenmektedir. Çünkü bu kural ve emirler bazı çevrelerin veya kişilerin işine gelmemektedir. Oysa bu dini kurallar çağımızın sosyal kanunlardan bir farkı bulunmamaktadır.
Peki bu karşılıklı zıtlaşmada, hatta düşman hale gelişte, bu dış görünüşlerin altında yatan, gizli kalan fakat her iki tarafında göremediği ve bu yüzden de büyük yanılgılara neden olan bir başka GERÇEK yok mudur? Varsa bu gerçek nedir?
Evet, her iki tarafın da gözden kaçırdığı, dikkat etmediği, oysa iki tarafında birleştiği ortak bir nokta, ortak bir ÖZ vardır. Bütün sorun bu ortak özü görmek, onu bulmak, onu bilmek ve onu anlamaktır.
Bu ortak özü, bu ortak noktayı gerçek bir bilim adamı ne güzel açıklıyor.
“Yüzeysel, öze inmeyen bilgiler ve bulgular insanları dinden ve dolayısıyla Allah’tan uzaklaştırır. Oysa bilimi derinlemesine, yani olayların ve oluşumların özüne inen bilim ve bilgiler, insanı din inancına ve Allah’a ulaştırır.”
Bu açıklama yüzeysel bir bakışla bakıldığında bizlere, birbirine zıt, birbirine karşıt, hatta birbirine düşman gibi görünen din ve bilim ikilisinin ortak bir öz yapıya sahip olduklarını ortaya koymaktır. Bilim tarihine ve bilimsel bulgulara bakarsak daha önce de belirttiğimiz gibi bilim, var olan bir şeyin veya şeylerin bilimsel bulgusunu ve değerlendirmesini, teknolojik olanakların gelişmesi sayesinde yapmış, yapabilmiştir.
Örneğin ; atom ve hücrenin varlığı binlerce yıl önceden Sokrat, Aristo zamanından beri bilindiği halde, bunların iç yapılarının incelenmesi ancak elektro mikroskobun bulunması ile olabilmiştir. Her maddenin değişik atom yapısına sahip olduğu ve her atomun iç yapısının da birbirinden farklı olduğu yine elektro mikroskopların bulunmasından sonra anlaşılmıştır. Yine elektro mikroskop sayesinde atomun iç yapısının incelenmesi sonucunda atomun elektron, proton, nötron parçacıklarının da altında kuantum parçacığının varlığı görülmüştür. Bu kuantum parçacığının periyodik bir hızla devinim halinde bir enerjiye bir maddeye dönüştüğü saptanmıştır. Günlük yaşamımızda kullandığımız elektrik olayının da bir saniye içinde elli defa negatif elli defa pozitif, yani elli defa eksi, elli defa artı enerji haline dönüştüğünü biliyoruz. Elektrik olayında bu bir saniye içinde elli kez oluşan bu değişim olayını biz ne gözle görebiliyoruz ne de hissedip fark edebiliyoruz. Atomlarda çekirdek dediğimiz olayın içinde oluşan bu değişimin, saniyedeki sayısını şu anda da bilemiyoruz. Bilinen bir şey varsa bu sayının elli binin üstünde bir sayı olduğudur.
Bu durum, biyolojik yapıların temel yapısını oluşturan hücrelerin yapısında da aynen söz konusudur. Çünkü hücrenin yapısını oluşturan sitoplazma, protoplazma, çekirdek hücresinin yapısında, atomdaki negatif-pozitif’e dönüşme özelliği bulunmaktadır. Bu canlı hücrenin çalışması sonucu meydana gelen içsel titreşimler sonucu oluşan frekansın oluşturduğu bir olgudur, oluşumdur. İster maddenin değişik atom yapısından oluşması gibi,her değişik biyolojik yapılar da değişik hücresel yapıdan oluşmaktadır. Dolayısıyla her değişik hücrenin de kendine özgü değişik yapısı ve özelliği bulunmaktadır.
Bu ne demektir?
Bu, yani her atom ve hücrenin kendilerine özgü durumları için, o atom ve hücrenin özel genetik kartıdır diyebiliriz.
Bu durumda, atom ve hücresel yapıdan oluşan bütün varlıkların bir uyum içinde en azından saniyede elli kez madde ve enerji arasında değişime uğruyor demektir. Elektriksel olaylarda bu değişimi nasıl göremiyorsak, hücre yapısındaki değişimleri de aynı şekilde göremiyoruz. Buradan açıkça şu bilimsel sonuç çıkmaktadır. Evrende gördüğümüz her şey saniyede en az elli kez var veya yok oluyor veya madde-enerji görüntüsü altında değişim içinde bulunuyor demektir. Bu durumda Albert EINSTEIN’ın “Madde enerjidir” bilimsel görüşü de doğrulanmaktadır. Çünkü bu teori evrendeki bütün varlıkların en az saniyede elli kez enerji durumuna dönüştüğü gerçeğini ortaya koymaktadır.
Atom ve hücrelerin yapısında kaynaklanan bu dalgalanmalar, evrendeki sosyal ve bilimsel görünümlü oluşumlar üzerinde de etkin rol oynamaktadır.
Çünkü atom ve hücrelerdeki bu oluşumlar, bizzat Allah varlığının kendisi olduğu yanılgısına neden olmuştur. Bu yanılgıya düşen bilim adamları çok olmuştur. Bir başka değişle, bilim tarihinde elektriksel olaylara “Allah” diyen bilim adamları bulunmaktadır. Şüphesiz böyle bir şey söz konusu değildir, bu da bilimin bir yanılgısıdır. Sakın bilime dayanan bulguları, gelişimleri küçümsediğimizi veya değersizleştirmeye çalıştığımızı sanmayınız. Buradaki amacımız ve vurgulamak istediğimiz nokta, bilimsel denilen bulguları, doğadan ayrı, doğanın dışında oluşumlar ve olgular gibi bakılıp değerlendirilmesidir. Bu açıdan bakılarak yapılan değerlendirmeler sonucu bilim ve dolayısıyla insanoğlunun içine düştüğü büyük yanlışlığa, büyük yanılgıya dikkati çekmek istiyoruz.
Lütfen hep birlikte dikkat edelim ve düşünelim. Bütün bilimsel araştırmaların, bulguların, uygulamaların temel yapısı, doğada var olan varlıkların, oluşumların bulunması ve bunların üzerinde bilimsel ve teknolojik gelişmelerin sağlanması olayına dayanmıyor mu?
Kısacası, bütün bilimsel bulguların temel yapısını, doğanın yapısında var olan varlıklar yani varlar oluşturmuyor mu?
İşte, dinle bilimi birbiriyle çatıştıran, birbirine düşman haline getiren yanılgı bu noktada başlamakta ve bu noktadan kaynaklanmaktadır.
Bu yanılgı, bilimsel bulguların ve teknolojik gelişimlerin sonucu gelişen buluşların bilim adamları ve bilime inanmış bazı kişiler tarafından, bütün bunların yalnızca doğanın yapısından ibaret oluşumlar ve olgular olduğunun sanılmasıdır.
Böylece her bulguyu, her olay ve oluşumu yalnızca insana mâl etmekte, her şeyin insanın buluşu ve yapısı olduğunu sanmakta ve savunmaktadırlar.
Bilimsel bulgulara bilgileri ile uyum gösteremeyen bazı din adamlarının bilimsel araştırmaları dine karşıtlıkla, hatta dinsizlikle suçlamalarına karşılık, bazı bilim adamları da bilimsel bulguları yalnızca insanoğluna mâl ederek, bu bulgularını din varlığına karşı, hatta dini yok etmekte bir delil, dayanak olarak kullanmaktadır. Oysa, aydın din adamları, bilimsel ve teknolojik buluşlara biraz dikkatle bakıp değerlendirseler, bütün bu bulguların dine karşı olmayıp, tam aksine din varlığının bilimsel kanıtlanması olduğunu göreceklerdir. Çünkü birçok bilim adamları da, bu bilimsel araştırma ve bulgularının başlarında aynı benzer hataya düşerek, yepyeni bir oluşum sandıkları bu bulgulara ve buluşlara dayanarak din ve Allah inancına karşı çıktıklarını itiraf etmişlerdir. Bilimsel ve teknolojik bulgularına dayanarak dini ve Allah’ı inkâr eden bazı bilim adamlarının içine düştükleri yanılgıları yine kendi sözlerinden öğrenelim.
KANT = “Görülen her varlık, görünmeyen yaratıcının gölgesindedir. İnsanlar gerçeği görmek zorundadırlar. Fakat Allah’a imanda zaaf gösteriyoruz. Tıpkı güvercinin uçmak için onu uçuran havayı itmesi gibi”
Oscar WİLDE = Uzun yıllar inkârcı tutumundan dolayı bunalımlara girmiş, ölmeden önce bir dostuna yazdığı mektupta şöyle demiştir.
“Şimdi çok mutluyum... Allah’a inanıyorum. Meğer O’nu fikir bunalımları içinde tartışmak ne cinnetmiş ve O’na inanmak teslim olmak ne güzelmiş”
A. EINSTEIN = “ Sonsuz boyutları bilmedikçe Allah görünmez ve bilinmez. Ancak O vardır. Ve insanları bir görevle yaratmıştır. İmansız bir ilim adamının var olduğuna inanamıyorum. Zira dinsiz ilim sakat, fakat ilimsiz din kördür.”
Dr. A. H. CRONIN = Kâinatı, onun sırlarını, nizamının incelikleri, büyüklüğünü, parlaklığını düşündüğümüz zaman elbette yaratıcı bir ilah düşünmemiz gerekir. Aleme bak ve araştır. Hayatın seyrini ara. Kapalı bir bilinmezlik ve sırla karşılaşacaksın. Bunun yokluktan çıkması mümkün değildir. Çünkü, yoktan bir şey çıkmaz.
Sır James JEANS = Büyük bir astronomdur. O da şöyle diyor.
“ Yıldızların nizamını, tesadüfün kurmasına imkân yoktur.”
Abraham LİNCOLUN = Göğe bakıp da kâinatın azametini gördükten sonra, Allah’a inanmayanlara hayret ederim.
Prof. FINKELSTEIN = Büyük bir filozoftur. Diyor ki “ Zekâ, kendini idrak edemez. Son noktasındaki, idraki de idrak edecek bir zekâ lâzım. Ancak bizden üstün bir kuvvet Tanrının kendisidir.”
LAPLACE = Güneş sitemindeki gök cisimlerini, bunların mesafelerini, çaplarını, yörüngelerini koyan, gezegenlerinin güneş etrafında, uydularının da gezegenler etrafında dönüş zamanlarını sınırlayan kudret, Allah’ın istemesine bağlı kudret, devamlı bir düzendir ki, bunun bir rastlantıya bağlı olması mümkün değildir. Allah’ın varlığı, kesin ve tartışmasızdır.
DIRAC = Evren çok üstün bir matematik nizam içindedir. Bu nizam, yaratıcının üstün bilincinde şekillenir.
EDISON = Hiçbir keşif otun toprağı yarıp çıkması kadar üstün olamaz. Zira otu Allah yaratmıştır.
SCHWARETZ = Allah, evrenin her zirvesinde gizli, kendinden kaçınmayan bir ahengin ruhudur.
BROGLIL = Evrenin yaratıcısı olan Allah, kuant’ı (kurallı sistemi) seçti.
FERMI = Nükleer matematikçidir. Allah’ın atom matematiğine hayran olmuş, nükleer matematiği kurmuştur. Diyor ki...
“Gerçek bir bilinmezi çözmek için onun bilinçle kurulduğundan yola çıkarak, mantık silsilesini kurarak çözüme gidilebilir. Bu da tek yaratıcı Allah’ın varlığının kanıtıdır.
HEEISENBERG = Bilinmeyen nükleer bilinç, tüm fizik problemlerini çözüyor. Bu güç de yalnız Allah’tır.
SOKRAT = Gözlerin en yüksek noktada evreni seyrettiğini, yaratılıştaki hikmeti görmüyor musun? Büyük yaratıcı her hadisede sanat ve intizamı ile kendisine haykırıyor. O olmasaydı, ağız, besinlerin çıkış noktasına yakın olurdu. Ben görünmeyen mutlak yaratıcıya inanıyorum.
Görüyorsunuz ki, önceleri dine ve Allah’a karşı olan insanlar, bilimsel araştırmalar da derinleştikçe, bilimsel verilerin özüne ve felsefesine inildikçe, bütün bu bulguların temel yapısında insan aklının üzerinde bir aklın bir sistemin varlığı ile karşılaşmaktadır.
Örneğin ; 1964 yılında Lazer ışını üzerinde yaptığı bilimsel çalışmaları sonucu Nobel Fizik Ödülünü kazanan Californya Üniversitesi öğretim görevlisi Charles Townes da kendi deyimiyle iyi bir dindardır. Townes uzayda yapılan keşiflerin evrenin dini yoruma uygun olduğuna inanıyor. Ona göre, evrenin kanunları üstün bir zekânın ürünüdür.
Örneğin ; “Pulsar adı verilen yıldızları keşfeden astronom Jocelyn Bell Bumel, İngiltere de öğretim görevlisi, o da bilimsel araştırmaları sonucu Allah’a yönelenlerdendir.
Bu davranışını izah ederken “İnancı olmamak, çok korkutucu, insanı yalnız bırakan bir şey, eğer inançlı biri olmasaydım, bu bilimsel çalışmalarımı daha farklı yapar mıydım? Sanmıyordum” diyor.
Örneğin ; bilimsel araştırmaları sonucu birçok bilim adamı, dine ve Allah’a yönelmekle kalmamış, aralarında bu alanda daha ileri giderek din adamı olanlar bile bulunmaktadır. Örneğin ; Fizikçiyken, 1982 yılında papaz olan John Polkinghome, Allah’a yönelişi açıklarken “Bana göre, evrenin oluşumunun ardında bir amaç ve akıl bulunmaktadır” demektedir.
İçinde bulunduğumuz bu durumu bakın Yüce Allah Kur’anda ne kadar güzel bir ifade ile açıklamış,
“Allah’a ancak bilgin kulları, gereğince saygı duyar.” FATIR SUR. 35 / 28
Bu ayetin ifade etmek istediği anlamı üzerinde çok hem de çok düşünmeliyiz.
Sonuç olarak, bilim, Allah’ın varlığını kanıtlayacak veya teleskopla izini sürecek konumda değil, ancak bazı inananlara göre, evren hakkında öğrendiklerimiz, Allah’ın nasıl olması gerektiği hakkında ip uçları veriyor. Yani bilim bulgularıyla Allah’ın varlığına tanıklık yapmaktadır, onun varlığını kanıtlamaktadır. Çünkü, Kur'an dikkatle bilimsel olarak okunduğunda bilimin bulgularının varlığını orada görecektir.
Burada, kendimize ve bütün insanlığa şöyle bir soru sorabiliriz.
Bazı din adamlarının bilime karşı çıkmalarına karşılık olarak, bazı bilim adamlarının da din varlığına karşı çıkması insanlığa ne kazandırır ne kaybettirir?
Sanıyorum ki bu soruya verilecek en kapsamlı genel cevap, insanlık bu çatışmadan ve zıtlaşmadan çok şey kaybetmiştir, kaybetmekte ve kaybedecektir.
Bu zıtlaşmada bilim kazançlı gibi görünse de, işin özüne indiğimizde bu zıtlaşmada din kadar bilim de zarar görmektedir.
Öncelikle her iki tarafın en büyük yanılgısı, bilimciler tarafından da, din kesimi tarafından da, bilimin, dinden bağımsız, ve apayrı bir olgu olduğu düşüncesidir. Bilimin bu şekilde görünmesi, gösterilmesi ve değerlendirilmesi sonucu, bilimsel buluşlardaki öz kaynağın görünmesini engellemiş ve bunun sonucu olarak, bilim ve din birbirinden ayrı, hatta birbirine karşıt iki olgu gibi düşünülmesine, algılanmasına ve değerlendirilmesine neden olmuştur. Bu durum bazı çevrelerde, bilimin dine, dinin de bilime karşı çıkması sonucunu oluşturmuştur. Özellikle, bilimsel bulguların öz kaynağını göremeyip bilimsel bulguları yüzeysel öğrenip kavrayabilen ve ne yazık ki çoğunlukta olan bilim çevrelerinde “Bilimsellik Kompleksi” oluşmuştur.
Bütün bu reddediş ve karşı çıkışları bilim adına “Bilimsellik Kompleksi” ile yapmışlar ve halâ yapmaktadırlar.
“Bilimsellik Kompleksi” içinde bulunan insanlar öylesine yanlışlıklar ve yanılgılar içine girdiler ki. Örneğin ; elle tutamadıkları gözle göremedikleri, ölçüp tartamadıkları, fizik, kimya lâboratuarlarına sokarak deneylerle inceleyemedikleri her şeye karşı çıkmaya, hatta böyle şeyleri yok saymaya başladılar. Öylesine ki, bu karşı çıkışlardan, yok farz edişlerden, insanları insan yapan birçok insancıl duygularda nasibini aldı ve insancıl duygular adeta alay edilir duruma geldi. Ve bunun sonucu olarak insancıl duyguların yerini, çağın maddiyatçılık değerleriyle değerlendirilip ölçülen değerler olmaya başladı.
Oysa, madde gibi gözle görülemeyen elle tutulamayan lâboratuarlara konularak değerlendirilemeyen duygularımız, hislerimiz, aklımız, hayâllerimiz,sevgilerimiz gibi genel olarak manevi dediğimiz bir takım olgularımız bulunmaktadır. Adına ister manevi, ister ruhsal olgular deyin, bunları bir lâboratuara sokarak ölçümlendirip, değerlendirebilir misiniz? Örneğin, aşk dediğimiz sevgi duygusunu gözle görüp elle tutabilir misiniz? Uzunluğunu, ağırlığını ölçebilir misiniz? Laboratuarlara sokup üzerinde deneyler yapabilir misiniz?
Çok kaba bir benzetme ile, bilim ve dini bilinçsiz ve yüzeysel bilgilerle savunup zıtlık yaratanların durumu, dar bir köprüde karşılaşan ve inatlaşan iki keçinin hikâyesine benzemektedir. Sonunda ikisi de suya düşerek boğulan hikâyeyi hatırlatmaktadır.
Kısacası, bilim de, din de bu anlamsız zıtlaşmadan zarar görmektedir. Çünkü din eğer bilimden kopuk ve hatta bilime karşı olursa, çağdaş bilimin gelişmesi karşısında inanılırlığı ve dolayısıyla etkinliğini kaybedecektir. Bilime gelince; bütün bilimsel bulguların dayanak noktasının dini kitaplarda, özellikle Kur’anda açıklandığı gibi Allah tarafından yaratılmış olan kanun ve sistemlere dayandığını, kaynağını oradan aldığı kabul etmelidir. En büyük yanılgı bilim ve dinin de kaynağı aynı kaynak olmasına karşın bu kaynağa göremeyişleri veya bu kaynağı kabul etmeyişlerinden kaynaklanmaktadır.
Bu zıtlaşmadan da en büyük zararı insanlık görmektedir.
Elbette bilim adamları bilimsel bulguları inkâr edecek değillerdir. Yalnızca en büyük yanılgıları bu bulgularını din ve din inançlarına karşı kullanmaları veya kullanmak zorunda kalmalarıdır. Özellikle, bilimsel buluşlara yüzeysel bakan ve değerlendiren yarım aydınların bu yüzeysel bilgilere can kurtaran simidi gibi dört elle sarılmalarıdır.
Bu sarılma sonucu dini inançlara ve Allah’a karşı gelmeye, hatta Allah varlığını inkâr etmeye başladılar. Bunun sonucunda toplumlarda, bilimsel görünümlü, gerçekte ise; bilimin özüyle ilgisi olmayan, gerçek bilimden kopuk, yanlışları, Allah inancı yerine koymaya çalışan bir düşünce akımı oluşmuştur.
Bu akımın adına da ATEİSTLİK denildi. Yani tüm dinsel inançları ve Allah’ı inkâr eden, dinin ve Allah’ın yerine bilime değer verir görünümlü bir düşünce akımı oluştu. Ne yazık ki yarı aydınlar ve topluluğun çoğunluğu tarafından bu akım benimsenmeye, desteklenmeye başlandı.
ATEİSTLİK bir bakıma çağdaş ve bilimsel olma eylemi ile özdeşleştirildi. Öylesine ki, ne kadar çağdaş, ne kadar bilimsel inançlı bir insan iseniz o oranda dine karşı olmanız gerektiği düşüncesi egemen olmaya başladı. Bu bakımdan ATEİSTLİK çağdaş ve aydın görünme düşüncesi ile özdeş oldu. Bu oluşumda en büyük etkenlerden biri de, din ve dini inançlarda uygulanması istenen yanlış ve katı dini kurallardır. İşin acı ve gerçek tarafı, bu dini kurallara hurafe ve batıl inançların sokulması, dini çağdaş ve akılcı görünümünden uzaklaştıran kurallar olmuştur. Bu durum insanlarda din ve dini inançlara karşı kuşkular oluşturmuştur. Oysa, bütün bilimsel ve teknolojik bulguların kaynağında doğa kanunları, bu doğa kanunlarının da özünde Allah’ın varlığı bulunmaktadır.
Kısacası, bilim de, din de karşılıklı olarak bu öz kaynağı görememesi sonucu karşılıklı olarak bir “BEN” olma savaşı içine girmişlerdir. Her iki taraf da tavizsiz BEN savaşı verdiklerinden BEN’ in özünü görememişler, bu özü kavrayamamışlardır. Oysa, bilimin olsun, dinin olsun her ikisinin de anlatmak ve kabul ettirmek istedikleri şeyin aynı şey olduğu görülecektir. Bir başka deyişle, bilimsel açıklamaların da, dinsel açıklamaların da özünde, temel yapısında aynı öz kaynak bulunmaktadır.
Sonuç olarak, her iki taraf da tavizsiz, katı bir şekilde BEN’ lik savaşı verdiklerinden, yanlış ve yanılgılarla dolu bu savaştan kendilerini kurtarıp bir türlü BİZ olamıyorlar. Oysa, işin özünde ve temel yapısında BEN oluşlar değil BİZ oluşlar bulunmaktadır.
Her iki taraf bu BEN savaşından kendilerini kurtarıp BİZ olabildikleri an ne olacaktır.
İşte asıl o zaman BİZ olmanın içinde ÖZ BENLİKLERİNİ yani Allah’ı bulacaklardır.
Çünkü, BİZ olunabildiği an BEN’ likler ortadan kalkacak, o zaman ne bilim dini, ne de din bilimi hükmü altına alarak onu etkisiz, hatta yok etmeye kalkışmayacaktır. Yani, bilim dinle, din de bilimle kucaklaşacak, birbirlerini hükümleri altına almaya değil, birbirlerine hizmet etmeye, birbirleri ile bütünleşme yarışına gireceklerdir. Bunun sonuncunda da gerçek BENLİKLERİNDE yani ÖZ de buluşacaklardır.
Bu gerçek ÖZ de ALLAH olacaktır.
Bilim ve dindeki bu zıtlaşmaların kalkarak birbirlerine hizmet etme alnında kucaklaştıklarını, birleştiklerini lütfen bir düşünün. Bu kucaklaşmanın bu birleşmenin sonucunda insanlığın kazanacağı ve ulaşacağı mükemmelliği düşünebilir ve hayal edebilir misiniz?
Dikkatle incelediğimizde toplumsal olsun, bireysel olarak olsun, bütün ilişkilerdeki anlaşmazlıkların, tartışmaların öz yapısında BEN egosunun etkin olduğunu göreceğiz.
BEN egomuzun çatıştığı en çarpıcı örneklerden birisi de evlilik hayatıdır. Oysa, BEN egosunun en çatışmadığı ortamın evlilik yaşamı olması gerekirken, ne yazık ki en çok çatışmanın olduğu yer evlilik yaşamımızdır. Kendi evlilik yaşamınıza olsun, diğer evlilik yaşamlarına olsun lütfen dikkat ediniz. O büyük umutlarla gidilen evlilikleri bir düşünün. Evlilik yolunda gidilirken karşılıklı olarak o aşk, sevgi, mutluluk üzerine söylenilen o güzel sözleri bir hatırlayın.
Sonra ne oluyor da en kısa zaman içinde o güzel sözcüklerin yerini saygısız ve hakaret dolu sözcükler alıyor? Ne oluyor da o mutluluk havası yok olup onun yerinde mutsuzluk rüzgârları esiyor? Öylesine ki, resmen boşanılmasa bile birçok evlilikler, boşanılmış havası içinde mutsuzlukla devam ettirilmeye çalışılıyor. Neden?
O mutluluk yeminlerini, mutluluk hayâllerini böylesine değiştiren, yok eden nedir?
Mutsuz olan bütün evlilikleri dikkatle inceleyin. Evlilik olayının ilk heyecanları, duyguları yatışır yatışmaz, bunların yerini bilinç altında pusuda bekleyen BEN egosunun ortaya çıktığını göreceksiniz. Bir başka değişle, evlilik heyecanı ve duygusunun yerine, BEN KADINIM – BEN ERKEĞİM egosunun yarattığı sürtüşme ortaya çıkmaktadır ve bütün yaşamları boyunca bu BEN sürtüşmesi veya savaşı devam edip gitmektedir. Pek tabiî ki bu sürtüşme ve kavgalar sonunda en büyük darbeyi, mutluluk hayâllerimiz ve varsa çocuklar yemektedir.
Oysa BEN olma savaşı yerine BİZ olma çabası versek, işte o zaman bütün bu anlamsız ve kısır sürtüşmelerin, kavgaların yerini arzu edilen, beklenilen MUTLULUK elde edilecektir. Ne yazık ki, beynimiz öylesine benlik egosuna adapte oluyor ve ona öylesine şartlanıyoruz ki, yaptığımız yanlışlıkları, hataları ve yanılgılarımızı göremez hale geliyoruz.
Kısacası, biz insanlardaki bu benlik duygusu yaşamımızda yalnızca din ve ilim çatışmasında, kadın – erkek sürtüşmesinde değil, düşünebildiğiniz ve düşünemediğiniz daha birçok alanlarda olumsuz etkisiyle içimizde bulunmaktadır. Oysa, bilim ve din adamlarının yaptıkları bu kısır BEN savaşından en büyük zararı dini inançları, dolayısıyla insanlık görmektedir.
Şimdi de, bütün bu tartışmalara ve zıtlaşmalara neden olan oluşumların özüne inerek, insanların kafasını kurcalayan bazı sorulara hep birlikte cevap arayalım.
Bilimsel buluşların ve bu buluşlar sonucu oluşan teknolojinin, doğa kanunu dediğimiz kanunlarla bir ilgisi ve bağlantısı var mıdır?
Varsa bu bağlantı nedir?
Doğa kanunları ve bu buluşlar arasında hiçbir ilişkisi olmayan oluşumlar mıdır?
Aralarında bir ilişki varsa bu ilişkinin “Din ve Allah” ile ilişkisi nedir?
Bu soruların cevabına geçmeden önce bazı açıklamaların ve hatırlatmaların yapılması gerekir.
Öncelikle buraya kadar açıkladığımız ve açıklayamadığımız doğa kanunları üzerinde düşününüz ve bu kanunların varlığını kabul ediniz. Söz konusu bu doğa kanunları olmasaydı yaşam denilen olay olabilir miydi? Bilimsel bulgular sonucu olarak da biliyoruz ki, sorunsuz ve sağlıklı yaşamanın en büyük koşulu doğa yapısıyla uyumlu yaşamaktır. Doğa yapısıyla uyuşmayan bir davranış, yaşamımızda birçok sorunlar yaratmakta, hatta yaşamı yok etmektedir. Örneğin ; insanın ve diğer canlıların yaşam yapısı, havanın içindeki oksijen oranıyla yakından bağlantılı ve hatta onunla özdeşleşmiş durumdadır. Havanın içindeki oksijen oranı bozulduğu veya azalıp çoğaldığında insan ve canlıların yaşamında, da sağlık bakımından bozulmalar ve hatta ölümler olmaktadır. Öyle ise havanın içindeki oksijen oranıyla uyumlu olarak yaşamak zorundayız.
Örneğin ; doğada yer çekimi kanununun olmadığını bir düşünün, yaşamımız acaba nasıl olurdu, hatta mümkün olabilir miydi? Bir yerde durabilir, bir yerde tutunabilir miydik? Bir toz, bir tüy parçası, bir balon gibi, havanın içinde oradan oraya dolaşır dururduk.
Örneğin ; havanın iletken özelliğinin olmadığını bir düşünün. Birbirimizin sesini duyabilir, birbirimizle konuşabilir miydik? Telefon, radyo, televizyon gibi benzeri iletişim teknolojisi oluşabilir miydi?
Burada yazamadığımız bu ve buna benzer yaşamımızı etkileyen, yaşamımızın bir parçası olan, hatta yaşamımızla özdeşleşen doğa kanunlarını bir düşünün. Balıklar için söylenilen bir deyim vardır “Derya içindedirler deryayı bilmezler” sözünü alın, biz insanlar için söyleyin “Doğa kanunları içindedirler, doğa kanunlarını bilmezler” sözünün ne kadar doğru, ne kadar gerçekçi bir söz olduğunu göreceksiniz.
Her şeyden önce bizler, bilim mi-din mi tartışmasından önce, doğa kanunlarının varlığını kabul edelim ve bu kanunların yaşamımız üzerindeki etkinliği üzerinde anlaşalım ve bu anlaşmadan sonradır ki bu doğa kanunlarının DİN ve ALLAH denilen güçle bir ilgisi olup olmadığını konuşalım.
Söylentiye göre din ve Allah varlığından kuşkusu olan bir zat Hz. ALİ’ ye veya bir din büyüğüne “Doğru söyleyin, söylediğiniz gibi bir Allah var mı?” diye soruyorlar. Kuşku içinde olan bu kişiye, büyük din adamının verdiği cevap üzerinde hep birlikte düşünmeliyiz. “Ben, bütün hareket ve davranışlarımı din ve Allah’ın varlığına inanarak düzenliyorum ve bunun faydasını görüyorum. Sizin düşündüğünüz gibi din ve Allah yok ise, benim bu inancımdan dolayı bir zararım olmaz, ama bir de var ise sizin uğrayacağınız zararı bir düşünün” demiş. Evet bu söz üzerinde düşünelim.
Bütün bu açıklamalarımızdan sonra, evrende ve yaşamımız içinde, başta yaşam dediğimiz oluşum başta olmak üzere açıklamasını yapamadığımız daha birçok oluşumların ister din ve Allah varlığından, isterseniz bir doğa kanundan kaynaklandığını kabul edin. Ama bu doğa üstü denilen ve inandırıcı açıklanması yapılamayan bütün bu oluşumların varlığını kabul edin, hareket ve davranışlarınızı da bu sonuca göre düzenleyin.
Şimdi bu “Doğa Kanunları” dediğimiz kanunların din ve Allah inancı ile bir ilişkisi, bir bağıntısı olup olmadığını hep birlikte inceleyelim.
Özellikle ve öncelikle, doğa kanunları dediğimiz bu kanunların bir doğa oluşumu içinde rast gele, tesadüfen oluşabileceğini düşünebilir ve kabul edebilir miyiz?
Ve üstüne üstlük, rast gele oluşan bir oluşum, milyonlar hatta milyarlarca yıl hiç şaşmadan ve en ufak bir sapma göstermeden aynı düzenliliğini koruyarak devam etmesi mümkün müdür?
Her şeyi bir tarafa bırakın, yalnızca insan yapısını oluşturan 60-100 trilyon hücre yapısının oluşturduğu birlikteliğindeki ahenge ve uyuma bir bakınız. Milyonlarca değil milyarlarca yıldan beri ve milyarlarca insan yapısında hiçbir organın ve hücrenin yerini ve görevini, işlevini şaşırmadan, saptırmadan yerine getirmesi bir tesadüf sonucu, rast gele bir doğa olayı, bir doğa oluşumu olabilir mi?
Örneğin ; milyonlarca yıldan beri, gözümüz kafamızın arkasında, kulağımız göbeğimizde, ağzımız bilmem neremizde oluşmadı. Bu şaşmaz ahengin, uyumun, sistemin bir kanunu ve bu kanunu kuran, düzenleyen ve koruyan bir aklın veya bir gücün bulunması gerekmez mi?
Örneğin ; hava dediğimiz atmosferin iletkenliğini ve bu iletkenliği koruyan bir sisteme sahip oluşunu ele alalım.
Bilim, havadaki bu iletkenlik özelliğini ve kanununu henüz yeni keşfetti ve onu insanlığın hizmetine bazı teknolojik araçlarla kullanım ve uygulama alanına soktu.
Oysa, havanın bu iletkenliğini ve koruyuculuk özelliğini İSA peygamber asırlar önce İncil’de ki bir ayette açıklamaktadır.
“Dünyada dağlar, taş taş üzerinde kalmaz ama, sizin bir sözünüz yok olmaz” İNCİL Aynı benzer açıklamaların Kur’ anda ki ayetlerde de yapıldığını görüyoruz.
“Allah, sizin konuşmanızı işitir. Çünkü Allah işitendir, bilindir.” MÜCADELE 58/1
“Sözünüzü ister gizleyin, ister açığa vurun: bilin ki Allah, kâlplerin içindekini bilindir” MÜLK 67/13
“Sözünü açık söylesen de, gizli söylesen de, muhakkak O, gizliyi de ondan daha gizlisini de bilir.” TAHA 20/7
“Şüphesiz Allah, sözün açığını da bilir, gizlediklerinizi de.” ENBİYA 21/110
“Deki ; Rabbin, gökte ve yerde konuşulan her sözü bilir. O’ndan gizli kalan bir şey yoktur.” ENBİYA 21/4
“İnsan, hiçbir söz söylemez ki, yanında onu gözetleyen ve dediklerini zapteden bir kaydedici bulunmasın.” KAF 50/18
Hiçbir sesimiz, sözümüz kaybolamadığı gibi, hiç bir hareketimiz de yok olmamakta, bir video kasete alınır gibi kaydedilmektedir.
“...Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.”
HADİD 57/4
“...Dilediğinizi yapın. O, yaptıklarınızı görmektedir.” FUSSİLET 41/40
“Hiçbir canlı yoktur ki, başında bir koruyucu, yaptığı işleri gözetleyip muhafaza edici-kaydedici- olmasın.” TARÎK 86/4
“...Allah, kullarının her halini haber alandır, görendir.” ANKEBUT 29/11
“Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı noktasız görür.” BAKARA 2/110
“...Rabbin her şeyi görendir.” FURKAN 25/20
“Kimsenin kendisini görmediğini mi sanıyor?” BELED 90/7
“Aranızda sözünü gizleyen de, onu açık söyleyen de, geceleyin gizlenen de, gündüzün görünen de, birdir. O, hepsini bilir, görür.” RA’D 13/10
“Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gizlisini bilir. Allah yaptıklarınızı görmektedir.” HUCURAT 49/18
“...Allah, kullarının her halini haber alandır, görendir.” FATIR 35/31
İnsanoğlunun hiçbir sesi, sözü ve hareketleri yok olmadığı gibi, duyguları yani kalbinde hissettikleri ve kalbinden geçirdikleri yok olmamakta, onlar da ses ve görüntü gibi kaydedilebilmektedir.
Kalbimizden geçirdiklerimiz, hislerimiz ve duygularımızın da kaybolmadığını, onlarında kaydedildiğine ait Kur’anda ki ayetler üzerinde düşünelim.
“O, kâlplerde olanı bilir.” HADİD 57/6
“Siz, açıklasanız da, gizleseniz de,biz sizin kâlbinizden geçenleri biliriz.”
MÜLK 67/13
“And olsun, insanı biz yaratık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz. Çünkü biz ona şah damarlarından daha yakınız.” KAF 50/16
“Ve Rabbin elbette onların kâlplerinde gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilir.” NAHL 27/74
“Rabbin onların kalplerinde neyi gizleyip, neyi açığa vurduklarını bilir”
KASAS 28/69
“Allah elbette kalpten inanları da bilir ve elbette iki yüzleri de bilir”
ANKEBUT 29/11
“Allah kullarının her halini haber alandır , görendir.” FATIR 35/31
“Allah, göklerin ve yerin gaybını bilir. O, kalplerin özünü bilir”FATIR 35/38
“Allah gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz her şeyi bilir” NAHL 16/19
“Allah göklerde ve yerlerde olanları bilir gizlediğiniz ve açığa vurduklarınızı da bilir. Allah kalplerin içini bilir” TEĞABÜN 64/4
Peki, ya kalbimizden geçirdiğimiz hislerimizin ve duygularımızın algılanıp bilinmesi gibi, beynimizden geçirdiğimiz düşüncelerinizin de algılandığını ve bilindiğini biliyor musunuz?
Evet, kalbimizden geçirdiğimiz gibi, aklımızdan geçirdiklerimiz de algılanmakta, bilinmektedir.
İşte, Kur’ an da bu durumu açıklayan ayetler,
“Siz, yaptıklarınızın gizli kalacağını mı sanıyorsunuz, biz sizin düşündüklerinizi bile biliriz.”
“Şeytandan ne zaman size kötü bir düşünce fısıldansa, siz Allah’a sığının, çünkü, O, işitendir, bilendir.” ARAF 7/200
“Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah’ındır. İçinizden geçirdiklerinizi açıklasanız da, gizleseniz de Allah sizi onlardan sorumlu tutacaktır. Allah, her şeye gücü yetendir” BAKARA 2/284
Ayrıca Kur’ anın birçok yerinde “DÜŞÜNDÜKLERİNİZDEN SORUMLUSUNUZ” mealinde ayetler bulunmaktadır.
Bütün bu açıklamalarla birlikte bedenimizi oluşturan organlarımızla ilgili şu ayetler üzerinde de bilimsel olarak dikkatle durmalıyız.
“Allah, gözlerin hain bakışlarını ve göğüslerin (kâlbin ve beynin) gizlediği düşünceleri bilir” MÜMİN 40/19
“Nihayet oraya vardıklarında kulakları, gözleri ve derileri, yaptıkları hakkında onların âleyhinde ve lehinde şahitlik ettiler” FUSSULET 41/20
Bu açıklamalarda da görülüyor ki, insanoğlunun sesi, görüntüsü, kalbinden ve aklından geçirdikleri yok olmadıkları gibi, bedendeki ayrı ayrı her organın yaptıkları bile gizli kalmamakta, gerektiği zaman bütün bu organlar yaptıklarını göstererek, ait olduğu beden hakkında ayrı ayrı şahitlik yapabileceklerdir. Hiç şüphesiz, bedenimizdeki organlarımız, kalbimiz ve beynimiz iyi işler yaptılarsa lehimizde, kötü işler yaptılarsa aleyhimize şahitlik yapacaklardır.
Bakınız bu duruma Kur’ anda ki, bazı ayetlerle ne kadar açık bir şekilde belirtilmiştir.
“...Herkesin kazandığı iyilik aleyhine, kötülük lehinedir.” BAKARA 2/286
“Başınıza gelen herhangi bir belâ kendi ellerinizin yaptığı işler yüzündendir.” ŞURA 42/30
“İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur.” NECM 53/39
Bu ve benzeri ayetlerde çalışma sözcüğü ile belirtilen yalnızca bedensel çalışma değil, çünkü, düşüncelerimiz de bedensel çalışmalar gibi aktif ve etkili bir eylemdir. Bir başka deyişle, düşüncelerimizle de bedensel çalışmalar gibi aktif ve etkili bir çalışma içinde bulunuyoruz.
Bu sözlerimizin ve düşüncelerimizin doğruluğunu Kur’andaki başka ayetlerle kanıtlayalım.
“Kur’an, tabiat kanunlarına Allah’ın adeti (sünnetullah) diyor” yani bu günkü açıklamayla “Kur’an, tabiat kanunları için Allah’ın ilahi kanunlarıdır” demektedir.
Örneğin ; bilim yeni araştırmalar ve bulgularıyla göğün durmadan genişlediğini bulmuş ve bunu yeni bir buluş olarak açıklamıştır. Oysa Kur’ an bu durumu asırlarca önce ayetlerinde açıklamıştır.
“Göğü sağlam yarattık, biz genişleticiyiz. Kudretimiz geniştir, göğü böyle genişleten biziz” ZARİAT 51/47
Örneğin ; şu ayete lütfen dikkat ediniz ve üzerinde bilimsel olarak durunuz, araştırınız. Evrenin, dünyanın ve dünya üzerinde ki canlıların ve biz insanların tesadüfen, rasgele oluşmadığını ne güzel açıklamaktadır.
“Göğü ve yeri ve ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık (Bunlar bir tesadüf eseri değildir). Bu inkâr edenlerin zannıdır. (Onlar bu kâinatın boş bir tesadüf eseri olduğunu söylerler) Ateşten vay hallerine o nankörlerin” SAD 38/27
Örneğin ; “Yedi gök ve arz bunun içinde bulunanlar O’nu tespih ederler, zikrederler. O’nu övgü ve tespih etmeyen -zikretmeyen- hiçbir şey yoktur ama siz onların tespihlerini-zikirlerini- anlamazsınız.” İSRA 17/44
Bu ayet, evrenin en küçük parçasını oluşturan atom ve hücre yapısının içindeki devinim halini, hareketliğini bir tespih ve zikir benzetmesi ile açıklamış olmuyor mu?
Peki, yaşam denilen bu oluşumu ve Kur’andaki bu ve buna benzer âyetlerin bilimsel, akılcı açıklamasını nasıl yapabiliriz?
Evrende var olan bütün varlıkların ilk temel yapısının atom ve hücre dediğimiz varlıklardan oluştuğunu biliyoruz. Bütün atom ve hücrelerin, dolayısıyla bu atom ve hücrelerden oluşan bütün varlıkların kendilerine özgü titreşim ve bu titreşimlerden oluşan bir frekans ve manyetik dalgalar yayınlamaktadır. Bilim bu titreşimlerin yayınladığı kaynağa bakarak ve çevresinde oluşturduğu etkileşimlere göre bu titreşimlere, manyetik dalga, radyasyon, biomanyetik, Bioritim, bio enerji gibi benzeri daha birçok bilimsel nitelikte isimler vermiştir. Bu titreşimlere ne ad verirsek verelim hepsinin özü, özyapısı, atom ve hücre dediğimiz evrenin o ilk yapı taşından kaynaklanmaktadır.
Bu yazımızda yapacağımız açıklamaların daha iyi ve daha kolay anlaşılabilmesi için, bu yayınlara bir ortak isim olarak “Frekans” diyelim ve bütün açıklamalarımızı bu isim altında yapalım.
İşte, her atom ve hücre kendi yapılarından kaynaklanan kendilerine özgü bir frekans yayınlamaktadır. Yer altında bulunan maddelerden tutun da, bitkiler arasında olsun, hayvanlar ve insanlar arasında olsun, bütün doğal ve teknolojik iletişim olayları bu frekans denilen oluşumun iletişim özelliğinden kaynaklanmaktadır.
Varlıklardan yayınlanan bu frekansların etkinliği, yayınladığı varlığın gelişmişliği ile doğru orantılıdır. Frekansların en etkin olduğu varlık, beyin gücünü kullana bilen varlıklarda, yani insanda en üst düzeye çıkmaktadır.
İşin en enteresan tarafı, halâ bilimsel açıklaması yapılamayan, her insanın değişik parmak izini sahip olmasında ki sır gibi, her insanın yayınladığı frekansın da, yalnızca o insana özgü bir frekans olmasıdır.
İşin kısacası ve açıkçası insanoğlu, doğduğu andan ölümüne dek yalnızca kendisine ve kendi yapısına özgü bir frekans yayınlamasıdır. Tıpkı her radyonun, televizyonun, cep telefonunun ve internet gibi diğer iletişim araçlarının kendilerine özgü bir yayın numarası ve frekansı olması gibi.
Peki, bu frekansların özellikleri ve işlevleri nedir?
Bu frekansların en belirgin ve en kuvvetli özelliği, teknolojik frekans ve radyasyon dalgalarında olduğu gibi, yayınladığı andan itibaren sonsuza dek, yani ebedi olarak kaybolmaması ve varlığını korumasıdır.
Atomdan hücresel yapıya dek, bütün varlıklarda varolan ve özellikle insan varlığında bu frekanslar varlığının değişmeyen, yok olmayan ve varlığını ebediyen koruma özelliğine sahip olmasına, isterseniz bir doğa kanunu bir sistem, isterseniz ilahi bir gücün ortaya koyduğu bir kanun deyin. Adına ne derseniz deyin ama lütfen böyle bir olgunun varlığını kabul edin. İster ilahi bir sistem, ister bir doğa kanunu olarak kabul edelim, gelin bunun genel özelliklerine bir bakalım.
Bütün atom ve hücresel varlıklar kendilerine özgü ve değişmeyen, (parmak izlerimiz gibi) bir frekans yayınlarlar.
Atomsal varlıkların yayınladıkları frekanslara genel olarak “Manyetik”, hücresel varlıkların yayınladıkların da “Biomanyetik” dalgalar denilmektedir.
Atom ve hücresel yapılar, yapısal özelliklerini korudukları sürece, yani hayatiyetlerini korudukları sürece, kendilerine özgü olan manyetik ve biomanyetik frekansları devamlı olarak yayınlamaktadırlar. Bu yayınların kesilmesi ancak yayınladıkları atom ve hücresel yapıların yapısal özelliklerin kaybetmeleri ile mümkündür. Bu yok oluş özelliğine, ölüm veya özelliklerinin değişime uğraması hali diyebiliriz.
Atom ve hücresel yapılardan yayınlanan bu frekanslar, yayınlandıkları andan itibaren uzay içinde sonsuza dek varlıklarını koruyabilmektedirler. Bir başka deyişle maddenin korunma kanunundaki ”Vardan yok olmaz, yoktan var olmaz” prensibi bu frekanslar içinde geçerlidir.
Teknolojik manyetik dalgaları nasıl teknolojik araç ve aparatlara değişik işlevlerde kullanabiliyorsak, söz konusu doğal manyetik ve biomanyetik frekansları da değişik ve amaç ve işlemlerde kullanabilmekteyiz.
Bu frekansları değişik amaçlarda kullanımını sağlayan araç, beynimiz, yani “DÜŞÜNCELERİMİZ” dir.
6. Manyetik ve biomanyetik dalga frekansları, elektromanyetik dalga frekansları ile eşdeğer özelliklere ve dolayısıyla eşdeğer yaptırım ve niteliklere sahiptir.
7. Manyetik ve özellikle biomanyetik dalga frekanslarının gücü ve etkinliği, düşünce gücümüzün yoğunlaşması, konsantre olabilmesi ile doğru orantılıdır. Yani bir konu üzerinde konsantre olarak düşüncelerimizle ne oranda yoğunlaşabilirsek, yayınlanan biomanyetik frekanslar da o oranda güçlü, etkin ve yaptırım gücüne sahip olurlar.
8. Biomanyetik dalgaların frekansı, kaderimiz ve sağlığımızın da frekansıdır. Eğer, beden yapımızdan yayınladığımız biomanyetik dalgaların frekansını düşüncelerimiz veya teknolojik araçlarla değiştirebilsek, kaderimiz ve sağlık durumumuzu da değiştirebiliriz. Morâl çöküntüleri sonunda sağlığımızın bozulması bunun en açık kanıtıdır.
Kısacası, evrende varolan bütün varlıkların temel yapısını oluşturan atom ve hücresel yapıların yayınladığı manyetik ve biomanyetik dalgaların oluşturduğu frekanslar, yayınlandığı yapının veya varlığın özüne aittir. Bu özün yapısı değişmez kurallar, kanunlar ve sistemlerden oluşmaktadır.
Bilim adamları bunlara doğa kanunları derken, din ve dini çevrelerde bu oluşumlara Kur’ anda da belirtildiği gibi “Tabiat kanunları için Allah’ın ilahi kanunları” diyorlar.
İşte, din ve ilim alanında ki bütün ayrılık ve çatışma bu iki görüş farklılığından kaynaklanmaktadır.
Gelin, birbirinden ayrı ve karşıt gibi görünen bu iki görüşün özüne inelim ve bu gerçeği birlikte inceleyelim. Önce bilim araştırmaları ve sonuçlarını ele alalım.
Bütün bilimsel araştırmaların bilimsel olarak bulup kanıtladığı kanıtların özüne bakalım. Bütün bilimsel araştırmaların yaptığı iş, doğada var olan ve yukarıda açıklamaya çalıştığımız, doğa kurallarını,kanunları ve sistemlerinin varlığını bulması ve bunları bilimsel delillerle kanıtlaması ve bu bulguları teknolojik araçlarla günlük yaşamımızda kullanılır hale getirmelerinden ibaret bir olay olduğunu görelim ve kabul edelim.
Örneğin; bilim madenlerde farklı atomların birbirlerinden elektron alış-veriş yaptığını ve bunun sonucu olarak bir elektriksel akımın oluştuğunu buldu. Bu buluşa dayanarak elektrik ve elektronik teknolojisini geliştirdi. Bu teknolojiyi öylesine geliştirdi ki, kâlbimizin ve beynimizin yayınladığı elektromanyetik dalgalardan kâlp ve beynimizdeki tıbbî hastalıklar bulunmaya başlandı. Bu elektro teknoloji zamanla öyle geliştirilecek ki, kâlp ve beynimizden yayınlamakta olduğumuz manyetik dalgalardaki şifre çözümlenerek, kâlbimiz ve beynimizden geçirdiğimiz duygu ve düşüncelerimiz de, tıbbî hastalıkların çözümlenmesi gibi çözümlenecektir. Hatta daha ileri ki senelerde bu araçlara bile gerek kalmadan insanlar yalnız kendi kâlp ve beyin dalgalarını kullanarak karşısındaki insanın kâlbinden ve beyninden geçenleri algılayabilecektir.
Öylesine ki,hastalıkların tedavisi tamamen ilaçsız, ameliyatlar neştersiz, yalnızca düşünce frekansları ile yapılabileceğine inanıyorum.
İletişim ve ulaşım alanında yarın daha da geliştirilecek olan teknolojik araçlarla bugünün araçlarına hiç gerek duyulmadan insanlar birbirinin düşüncelerini düşünce yolu ile algılayarak iletişim ve ulaşım olanağı elde edecektir.
Şu anda bu yazdıklarım ve bu fikirlerim size bilim dışı, fantastik düşünceler gibi gelecektir. Fakat inanınız ileri yıllarda bu yazdıklarım bile ilkel kalacaktır.
Çünkü insanlık yeni bulgular ve teknolojik gelişmeler sonucu, söz konusu ettiğimiz biomanyetik dalgaların oluşturduğu frekansların şifrelerini çözerek ve bunun sonucunda belki de bu şifreleri değiştirme olanağı elde edecektir.
Ne yazık ki, bu buluş ve buluşların geniş uygulamalarını elde etme sonucu insanlar, âdeta kendilerini bir Allah gibi görmeye ve Allah’ın yerine koymaya başlayacaklardır. Şimdiden başlamışlardır bile.
Oysa, insanoğlunun daima gözden kaçırdığı önemli nokta, bütün bu bilimsel bulguların ve geliştirdiği teknolojinin öz yapısını, temelini zaten doğada var olan ve adına doğa kanunları denilen kanunların veya sistemlerinin oluşturduğunu görmemesi ve bir türlü bunu kabul etmemesidir. Bunu kabul edemeyişinin nedeni de BEN egosunun üstün gelmesidir. İnsanda ki, bu BEN egosunun özünde de, insanın “Yaratılmış” olmanın kompleksi bulunmaktadır.
İnsanoğlu bu yaratılmışlık kompleksi içinde, ya tamamen kişiliğini kaybetmiş, kendini köle, esir durumuna düşürmüş veya en ufak keşiflerini, buluşlarını yalnız kendine mâl ederek yaratılmışlık kompleksinden kurtulmak için Allah’a karşı çıkmış, Allah’ı inkar etmiştir. Âdeta kendini Allah’ın yerine koymaya kalkışmıştır.
İnsanların pek azı ise, ne esir, ne köle, ne de isyankar olmayıp Allah’ı ile “Dost” olmayı düşünmüş ve dost olabilmiştir.
Çünkü Allah sanıldığı gibi insanlardan çok uzak yerlerde değil, tam aksine yarattığı insanla neredeyse özdeşleşmiş bir durumdadır. Dini inançlarımıza göre Allah insanı yaratırken ona kendi nefesinden üfleyerek onu yaratmıştır. Bu şu demektir, her insanda Allah’ın nefesi bulunmaktadır. Yine Allah Kur’anda “Ben size şah damarınızdan daha yakınım” KAF 50/16 demiyor mu? Ve yine “.... nerede olursanız O, sizinle beraberdir” HADİD 57/4 öyleyse bize şah damarımızdan daha yakın olan bu yüce varlıkla neden DOST OLMUYORUZ?
İnsan bedeninde varolduğuna inanmakta zorluk çektiğiniz, belki de inanmadınız, ve size doğa üstü gibi görünen bir çok olayları oluşturan insanın bedensel yapısında bu gizli, pasif görünümlü potansiyel enerji bulunmaktadır. Bu gizli, pasif görünümlü potansiyel enerji o insanın biomanyetik dalgalarında, yani yayınladığı frekanslarındadır.
Şimdi sizlerden biraz beyin jimnastiği yapmanızı rica edeceğim.
Albert EINSTEIN’ ın bilimsel olarak kanıtladığı “Madde enerjidir” teorisini ele alın ve onu “İnsan yoğunlaşmış biomanyetik enerjidir” teorisine dönüştürerek düşünün ve bunun böyle olduğunu kabul edin. Şimdi hep birlikte bunun üzerinde düşünelim.
Peki, insan bedenindeki bu gizli potansiyel enerjinin kaynağı nedir?
Bu enerji insan bedeninde nereden ve nasıl oluşmaktadır?
En önemlisi bu enerjiye nasıl sahip olabilir, onu nasıl kullanabiliriz?
İnsanın bedeni yaklaşık 60 ile 100 trilyon hücreden oluştuğu bilimsel olarak kabul edilmektedir. Bedenimizi oluşturan bazı organlarımızda ise bu hücresel yapı daha yoğun ve daha aktif durumdadır. Bu aktif oluşuma, beynimiz, kalbimiz, gözlerimiz, kulak yapımızın çalışması bu aktif oluşa en güzel örnek oluşturmaktadırlar. Bu organlarımız olsun, başka organlarımız olsun düşünce gücümüz ile daha aktif hale gelebilmektedir ve bu aktif hale gelişte bu organların güçleri artmakta, dolayısıyla işlevleri normal ölçüler dışına çıkarak, bilimsellik ölçüler içinde açıklaması yapılamayan, bilimdışı, metafizik veya para psikolojik dediğimiz işlevlere neden olabilmektedirler. Bazı organlarımızın daha aktif, daha güçlü hale gelişlerinin nedeni, o organlar üzerinde, istediğimiz işlevleri görmesi için yoğun bir şekilde düşünmemizden, konsantre olmamızdan kaynaklanmaktadır. Hatta bazen konsantre olma olayı bizim kontrolümüz dışında bilinçsiz bir şekilde de olabilmektedir.
İşte o zaman olaylar karşısında şaşıyoruz, öylesine ki, “Hiç aklıma bile gelmeyen şeyler başıma geldi” diyoruz. Oysa, bazen aradan yıllar geçmiş ve biz o konu üzerinde düşündüğümüzü çoğu kez unutmuş olabiliriz.
Her atomun ve hücrenin kendi yapısına özgü bir manyetik dalgası, bir frekansı olduğunu belirtmiştik. Bu manyetik dalgalar ve frekanslar doğal durumları içinde ölçüldüklerinde, dikkate alınamayacak kadar küçük değerler olduğunu da belirmiştik. Fakat bu atom ve hücrelerin bazı koşullarda, örneğin düşünme yoğunlaşması ve konsantre olma yöntemleri ile birbirleriyle bağlantı kurarak, dikkate alınamayacak kadar küçük olan o değerlerin birbirleriyle iletişim kurup birleşerek aklın almayacağı bir şekilde güçlendiğini ve etkinlik kazandığını da belirtmiştik.
Örneğin ; bedenimizi oluşturan bir organımızla bir işlev yapacağımız zaman, o organlarımızı oluşturan hücreler ve atomlar arasında sıkı bir iletişim ve işbirliği oluşmaktadır. İşte bu iletişim sonucu oluşan işbirliği ve dayanışma sonucu o organlarımızın yaptırım gücü ve etkinliği tahminler üzerinde bir artış göstermektedir.
Bu iş ve dayanışmaya bir örnek olarak, beyin yapımızdaki hücresel iletişimden dolayı oluşan etkileşim ve güçlenmeye ait çok basit ve yüzeysel örnekler verelim.
Düşüncelerimiz, bir saniyeden daha kısa bir zaman içinde kan hücrelerimize, on üç salisede etkilediği bilimsel araştırmalarla kanıtlanmıştır.
Bir beyin hücresine bir düşünme sinyali, uyarısı geldiğinde o hücre çevresindeki 10 bin beyin hücresi ile iletişime geçerek bağlantı kurmaktadır.
Beynimiz, günlük yaşamımızdaki her olayı hafızaya almaktadır. Aldığı mesajlar, uyarılar eğer önemli bir boyutta etkinliğe sahip değilse, beyin bu gibi mesaj ve uyarıları yalnızca on beş saniye hafızasında tutup sonra onları silmektedir.
Beynimiz, günde 86 milyar, ömür boyunca 100 triyon bilgiyi hafızasında depolama özelliğine sahiptir.
Bir insan bedeninin 100 trilyon hücreden oluştuğunu dikkate alırsak, her bir hücremize algılama ve depolama işlevi düştüğü benzetmesini veya kabulünü yapabiliriz. İnsan bedeninin tümünü veya belirli bazı organları, örneğin ; gözleri, kulakları, kâlbi, beyni ve diğer organları, algıladıklarını kaydeden, koruyan ve yayınlayan birer gizli kameraya veya bilgisayara benzetebiliriz. Gerçekte de durum böyledir. Durum böyle olunca, insan nasıl bir yapıya bir sisteme ve onun ne biçim kanunlar içinde yaşadığına bir bakın ve bunun üzerinde düşünün.
Şu ayet üzerinde lütfen çok hem de çok düşününüz.
“Nihayet oraya vardıklarında, kulakları, gözleri ve derileri, yaptıkları hakkında onların aleyhinde (ve lehinde) şahitlik edecektir” FUSSİLET 41/20
Bu durumu çok basit örnekleme ile şöyle açıklayalım.
Çağımızda büyük süper marketlerde, iş yerlerinde, ticaret hanelerde, çalışanları ve müşterileri kontrol etmek için uygun yerlere gizli kameralar yerleştirilir. Bu gizli kameraların bağlandığı merkez santrallerdeki televizyon ve televizyonları düşünün. Santral odasındaki görevliler televizyonlardan bütün iş yerinin her karışını görebilmektedir. Dolayısıyla bu alan içindeki bütün insanların en ufak hareketleri görülmekte ve izlenebilmektedir. Yine bu işlemi spor karşılaşmalarında görüntüsü ile bütün spor sahasını kapsayan ve bu alan içindeki bütün hareket ve davranışları devasa boyuttaki televizyon ekranlarından seyrettiğimizi düşünün.
Şimdi de bütün gökyüzü kubbesini büyük bir televizyon ekranına benzetin ve bununla birlikte havanın iletkenliğini ve dolayısı ile kendi içinde yansıyanları algıladığını onları o andaki gibi aynen sonsuza dek koruyabilme özelliğine sahip olduğunu hatırlayın.
Bu açıklamaların ışığı altında biz insanların her hareket ve davranışlarımızın, sesimizin, hatta kalbimizden geçen hislerimizin, duygularımızın, beynimizden geçen bütün düşüncelerimizi yayınladığımız biomanyetik dalgaların, hava dediğimiz atmosfer tarafından algılandığını, korunduğunu ve gerektiğinde bunların tekrar yayınlanması gibi bir özelliğe ve yapıya sahip olduğunu, olabileceğini bir düşünün. Üstelik bunun bir fantezi düşünce olmayıp, gerçek bir düşünce olduğunu, hatta bunun teknolojik gelişmeler sonucunda uygulamaya konulabileceğini bir düşünün.
Amerikalı geleneksel bilimci Joseph Coates çok yakında tıp alanında yaşamasını öngördüğü gelişmeleri topladı.
2001 yılında; risk altındaki hastalar “Akıllı kıyafetler” giyecek. Bu akıllı giysiler üzerinde alıcılarla soluk alış verişlerini ve kalp atışlarını kontrol edecek veriler koldaki bir vericide toplanacak. Tehlikeli durumlarda verici doktora alarm verecek.
2005 yılında, rutin kontroller yerine hasta, özel elektronik posta sayesinde doktorlarıyla temas kurabilecek. Evlerde bulunacak sonografi aletlerinin elde ettiği veriler internet üzerinden doktora ulaştırılacak. Doktor hastayı görmeden teşhis koyabilecek.
2015 yılında; riskli hastaların kulağına yerleştirilecek “biyomonitörler” ile kan tahlili yapılacak ve uzaktan kumandayla hastaya gerekli ilaçlar verilecek.
2025 yılında; uzaktan kumandayla yapılacak tele-operasyonlar giderek yaygınlaşacaktır. Uzman doktorlar, teknolojide yaşanan gelişmeler sayesinde bilgisayar ve robotlar aracılığı ile kilometrelerce uzaktaki bir hastayı ameliyat edebilecektir.
Bunlar tıp dünyasında öngörülen bilimsel gelişmeler. Ya çağımızın büyük bilim adamı İngiliz astrofizikçi Stephen Hawking’in bilimsel görüşlerine ne dersiniz? Tıp ve Hawking’le ilgili bu bilgiler 14 Mart 1999 tarihli Hürriyet gazetesinden alınmıştır
Hawking, genler üzerinde yapılacak çalışmalar sonucu insanların şimdikinden daha değişik bir görünüme sahip olacağına inandığını belirtmiştir. Şu anda bilim adamlarının DNA’nın sırlarını hızla çözmeye başladığını söylemiştir.
Hawking, şu düşüncelerini savunuyor. “İnsanların üzerinde genetik mühendisliğin yasaklanması isteniyor. Ama ben bunun yasaklanabileceğine ihtimal vermiyorum. Ekonomik nedenlerle hayvanların ve bitkilerin genleriyle oynanmasına izin verilecek ve bir gün biri, insanların genleriyle de oynayacak. Eğer totaliter bir dünyada yaşamıyorsak bir yerlerde birileri, insanları yeniden yaratarak geliştirmeyi denemesi kaçınılmazdır.” demektedir.
Bütün bunları dikkate alarak, insanın nasıl bir sistemin içinde yaratıldığını ve yaşadığını, nasıl bir doğa veya ilahi kanunlar içinde bulunduğunu düşünün ve değerlendirin.
Dini inançlarda ve kitaplarda, gök yüzü kubbesinin bir televizyon ekranı işlevi gördüğü hususu belirtilmekte ve bu “Levh-i Mahfuz” olarak isimlendirilmektedir. Lütfen bu âyetlerin açıkladıkları, açıklamaya çalıştıkları, fakat dünya bilimin ve teknolojisinin bunları kapsayacak ve açıklayacak düzeyde olmadığını bilerek bunların üzerinde bilimsel ve akılcı olarak düşününüz.
“Dilediklerinizi yapınız şüphesiz Allah yaptıklarınızı görmektedir” FUSSİLET 41/20
“Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gizlisini bilir. Allah yaptıklarınızı görmektedir”
HUCURAT 49/18
“Aranızda sözünü gizleyen de, onu açık söyleyen de, geceleyin gizlenen de, gündüzün görünen de, birdir. O, hepsini bilir, görür.” RA’D 13/10
“...Allah, kullarının her halini haber alandır, görendir.” FATIR 35/31
“HERKES GÖZETLENMEKTEDİR” TAHA 20/35
“Şüphesiz ölüleri ancak biz diriltiriz. Onların yaptıkları her işi, bıraktıkları her izi yazarız. Biz her şeyi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz)’ da sayıp, yazmışızdır” YASİN 36/12
“O büyük hesap günü gelince bütün yaptıklarınız size gösterilecektir”
Din kitaplarındaki, özellikle Kur’ anda ki, bu ve buna benzer âyetleri lütfen “imkansız-safsata şeyler” olarak düşünmeyin. Çünkü bugünkü bilgisayar sistemindeki internet uygulamasını ister bu günkü haliyle,ister bunun daha gelişmiş haliyle alacağı durumu bir düşünün.
Bizim burada açıklamaya çalıştığımız da internet sisteminin daha gelişmiş bir uygulanmasından başka bir şey değildir.
İnanın insanoğlunun zekâsı, daha ileri ki yıllarda Kur’an ayetleri olarak yaptığımız bu açıklamaların uygulanışını, teknolojik olarak ta uygulanır hale getirecektir. Bundan hiç şüpheniz olmasın. Bugün dünyamızda, parmak izi ve nüfus kaydına dayanan bir internet sistemi kurulmuştur. Bu uygulamayı veya sistemi, insanın beden yapısından yayınladığı biomanyetik dalga frekanslarının, tıpkı parmak izi gibi saptanarak ve bu sisteme dayanan sistemle çalışan bir internet sisteminin oluşturulduğunu bir düşünün. Yani biomanyetik frekansların kayıtlandığı bir sistemi. Biomanyetik frekansı saptanan ve arşivlenen insan, dünyanın neresinde olursa olsun, istendiği anda bulunduğu yerle birlikte ne işler yaptığı görüntü halinde tespit edilebilecektir. Hatta o insanın frekansı üzerinden geri ve ileri zamana gidilme olasılığı elde edildiğinde, o kişinin doğumundan ölüme dek, bütün yaşamı görüntü olarak elde edilecektir.
Ve yine insanın yalnızca kâlp veya beyin frekansları üzerine odaklanmış bir çalışma sonucu, kâlp veya beyinden yayınlanan frekansların şifresi çözülebildiğinde o kişinin kâlbinden veya beyninden geçirdikleri saptanabilecektir.
Tıpkı Kur’ anda ki, ayetlerde belirtildiği gibi.
Bütün bu buluş ve oluşlardan sonra, büyük bir tehlike baş gösterecektir. Çünkü, bu buluşlar insanoğlunda aşırı bir ölçüde “BEN” egosunun oluşmasına yol açacak ve insanoğlu kendini Allah yerine koymaya çalışacak ve Allah’ın varlığını inkâr edecektir.
Oysa insanoğlunu bütün bu bulguları, asırlarca, hatta binlerce yıl önceki din kitaplarında, insanın bunları hayal bile edemediği çağlarda açıklanmıştır.
Lütfen Kur’ anda ki, bu ve buna benzer ayetler üzerinde bilimsel olarak düşününüz ve araştırınız.
“..Biz insanlara ayetlerimizi ufuklardan (dış dünyada) ve kendi içlerinde göstereceğiz.” FUSSİLET 41/53
“Göklerde ve yerlerde nice ayetler vardır ki, insanlar onların yanından hiç düşünmeden yüz çevirerek geçerler” YUNUS 12/105
Kur’ anın birçok ayetinde “Ne kadar az düşünüyorsunuz”, “Siz hiç akıl etmez misiniz” uyarılarıyla insanları düşünmeye ve akılcılığa teşvik etmekte, hatta onları bu alana zorlamaktadırlar.
“Göklerde ve yerlerde neler var, bakın (araştırıp ibret alın)” YUNUS 10/101
Kur’an açıkça bütün insanları ilme, düşünmeye ve akılcılığa davet etmektedir.
Çünkü Kur’anın temel yapısı ilimdir. İlimsiz Kur’ an, Kur’ an İlimsiz olamaz.
Kur’ anda binden fazla ayet insanları düşünmeye, akılcılığa ve ilme davet etmekte ve teşvik etmektedir. Din ve ilmin çatıştığını ve karşıt olduğunu söyleyenler aldanış ve yanılgı içinde bulunmaktadırlar.
Bakın Kur’an insanları bilimsel çalışmaya ve düşünmeye nasıl zorluyor.
“O halde sakın cahillerden olma.” ENAM 6/35
“Ben sana cahillerden olmamamı tavsiye ederim.” hud 11/46
Kur’an bunları açıkça emrederken, nasıl oluyor da dinlerin insanları çağın gerisinde bıraktığı iddiasında bulunulabilir? Eğer dinler, bazı insanlara gericilik izlenimi veriyorsa bu izlenimi dinde değil o izlenimi kazandırmak isteyen çıkar çevrelerinde arayın.
Kur’anın ifade ettiği din başta olmak üzere bütün dinler sanıldığı gibi gizlilik ve bilinmezlik içinde değildir. Tam aksine bilimsel olarak araştırılmak, bilinmek ve anlaşılmayı istemektedirler. Bunun içindir ki Kur’anın birçok ayetinde:
“Biz Kur’anı okuyup anlayasınız diye onu size kendi dilinizde indirdik” denmektedir.
Bunun içindir ki bütün dinler özellikle Kur’an, insanları bilimsel incelemeye davet etmektedir. Bunun içindir ki Kur’anın birçok yerinde:
“Kur’an, insanın gözünü, kâinatın yaratılış kanunlarını ve bir de iç varlıklarını incelmeye davet eder anlamda ayetler bulunmaktadır. Pek tabi ki bundaki amaç insanların dini inançlarını ve görevlerini bilinçli bir şekilde bilerek yapmalarıdır. Bunun içindir ki yine Kur’anda birçok âyetlerde”
“Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” ZÜMER 39/9 denilmektedir.
En ufak bir kuşkunuz olmasın ki yüce Allah, bilinmezliğin arkasına gizlenmemiş, tam aksine insanları bilimsel incelemeye yöneltmiş, teşvik etmiştir. Çünkü yüce Allah din olgusunun felsefesine, özüne ancak bilimle ve akılcılıkla erişebileceğini söylemektedir. Ve bunun içindir ki Yüce Allah “Ben bilinmek istedim ve insanı yarattım” demiştir. Bakın, yüce Allah, bir ayetinde bunu ne kadar açık ve vurgulayıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Ayetinde yarım yamalak yüzeysel bilgilere sahip bilim adamları ile, bilimin özüne inen, özü kavrayan bilim adamları arasındaki farkı bu ayetle ne güzel açıklıyor:
“Allah’a ancak bilgin kulları, gereğince saygı duyar” demektedir. FATIR 38/28
Görüyorsunuz ki yüce Allah, dinde bilimi ve bilimsel araştırmaları kısıtlamamış, bilime karşı çıkmamış, tam aksine insanların dini inançlarını, bilinci ve bilimsel yapmaları için bilimsel araştırmaları ayetleri ile açıkça teşvik etmiştir. Hatta öylesine ki, peygamberimiz Hz. MUHAMMED (S.A.V) hâdislerinde: “Âlimin bir damla mürekkebi şehit kanından daha mukaddestir.” ve yine “Bir saatlik ilim alanında yapılan tefekkür (düşünme) 70 yıl ibadete bedeldir.” diyerek dinde ilmin önemini çok çarpıcı bir şekilde vurgulamıştır. Hatta yine bir hadisinde “İlim, kadın ve erkeğe farzdır” diyerek, dinimizde ilim yolunda çalışmanın bir farz ve görev olduğunu belirtmiştir.
Peygamberimiz Hz. Muhammed’in ilim için söylediklerine devam edelim;
“Allah bir kulunu rezil etmek isterse onu bilimden yoksun kılıp cahillerden eder.”
“Cehalet küfürden (kafirlikten), yoksulluk ateşten daha şiddetlidir (yakıcıdır).”
“Cahiller arasında bilim isteyen bir kimse ölüler arasında diri gibidir.”
“Her fiile yasak konabilir, fakat ilme asla.”
Hele şu hadis üzerinde çok duralım, üzerinde çok düşünelim ve yaşamımızın rehberi olarak kabul edelim.
“İlim elde etmeye çalışmak Allah katında namazdan da, oruçtan da, Hac’tan da, Allah yolunda cihattan da üstündür.”
Bir dinin peygamberi bunları söylüyorsa o din nasıl gerici bir din olabilir. Bu dini gericilikle suçlayanlar, gericiliği dinde değil, dinin dışındaki kaynaklarda arasınlar. Bunu tekrar ve ısrarla belirtmek istiyorum.
Peki din açısından durum bu kadar açıkça ortaya konulduğu halde, dinle bilimi böylesine çatıştıran, karşı karşıya getiren ve adeta birbirlerine karşıt ve düşmanmış gibi duruma getiren nedenler nelerdir?
Bundan önce de belirttiğimiz gibi, din ve ilmin birbirine karşıtmış gibi görünmesinin nedeni, her iki kesimdeki kişilerin taraf oldukları konuları yarım ve yüzeysel bilmelerinden kaynaklanmaktadır.
Bu karşıtlıkta ilk basamak din adamlarının, cahil denecek derecede din konusunda yüzeysel kalmaları sonucu bilmedikleri ve anlayamadıkları her bilimsel araştırmaya karşı çıkmışlar, ilmi buluşları dine karşıt hareketlermiş gibi değerlendirmişlerdir. Din adamlarının “din elden gidiyor” diyerek ilme karşı çıkmaları zıtlaşmanın ilk basamağını oluşturmuştur.
Bazı din adamlarının ilme karşı çıkmalarının birinci nedeni, din olgusunu yalnızca âhiret denilen öbür dünyayla bağlaması ve dinin bu dünya ile ilgisini koparmasıdır. Yani kısacası, “Bu dünyayı bırakın, bu dünya ile ilgilenmeyin yalnızca öbür dünya ile ilgilenin” düşüncesinden kaynaklanan bir anlayıştır. İkinci neden ise, bu düşünce içinde olan din adamlarının dünyevi dedikleri ilimlerle, yaşamla ilgilenmemeleri sonucu bu konularda, yani ilimde geri kalmalarıdır. İlimde geri kalmışlıklarını da kabul etmeyip, geri kalmışlıklarını gizleyip gözlerden saklamak için ilme karşı çıkma eylemine girmişlerdir.
Örneğin ; İslâmiyet dininin yayılma yıllarında, medreseler de yapılan eğitimlerde, tarih, coğrafya, fizik, anatomi, tıp, astronomi, kimya gibi benzeri dersler okutuluyordu. İslâmiyet’in ilk birkaç yüzyıl içindeki din adamlarına ve verdikleri eserlere bir bakınız. Tıp biliminden tutunda, matematik, astronomi, fizik, kimya alanında eserler uzun yıllar Avrupa ülkelerinde der kitapları olarak okutulmuşlardır. Hem de bu kadar değişik bilim dallarında verilen ilmi eserleri aynı kişi tarafından verilmesi ibret vericidir. Ne zaman ki çoğunluk tarafından din eğitiminde bilimsel ve ilmi derslerin verilmesi ve öğrenilmesine karşı çıkılmaya başlandı, işte bu karşı çıkışlarla birlikte din çağdaş olmaktan uzaklaşıp gerilemeye başladı. Bunun ilk örneğini 1547’ de medreselerde okutulmakta olan felsefe ve diğer bilimsel derslerin kaldırılması için başlatılan yoğun baskılar sonucu, bu ve buna benzer bilimsel derslerin medrese eğitimden kaldırılması ile başlamıştır. Ve ne yazık ki bu anlayış hâlâ devam etmektedir.
Kanuni Sultan Süleyman’ın 1557 yılında Süleyman’ iye caminde görevlendirilecek bir imam da aranılan şartlara lütfen dikkat ediniz.
“Üç yabancı dil bilecek, ata binecek (sürücü ehliyeti olacak anlamında), spor yapacak, güzel görünüşlü olacak, güzel giyinecek, evli ama tek evli olacak, yabancı dillerle, İslâm dinini mukayeseli –karşılaştırmalı- olarak bilecek, ilm-i teşriki (insan yapısı (tıp, anatomi gibi) ilimleri bilecek”
Samimi olalım, 1557’de aranılan bu şartları biz bugün arasak, bu şartlara sahip kaç imam, kaç din adamı bulabiliriz?
Kısacası Kur’ an, ilme karşı çıkanların durumunu “ Ancak bilgisiz olanlar ilme karşı çıkar” mealindeki ayetleri ile açıkça ortaya koymaktadır.
Kur’anı ile, peygamberiyle ilme bu kadar değer veren bir din nasıl ilme karşı bir dinmiş gibi gösterilebilmektedir? Şaşırmamak ve üzülmemek mümkün değil.
Gelelim bilim adamlarının yaptıkları yanlışlara.
Dine karşıt görünümlü bazı aydın ve din adamlarının yaptıkları en büyük yanlışlık, her bilimsel ve teknolojik bulguları, gelişmeleri insanlar tarafından yoktan var edildiğini sanmaları yanılgısıdır. Bu yanılgının sonucudur ki doğada var olan bütün alt yapıları görmezliğe gelerek, hatta inkâr ederek, her şeyi kendi bulguları ve kendilerinin yarattıklarını sanmalarıdır. Ve yine bu yanılgının sonucudur ki, bütün bu bilimsel bulguların ve teknolojik gelişmelerin alt yapısını oluşturan doğa kanunları, doğada var olan sistemleri görmezlikten gelerek bunların yerine kendilerini koymuşlardır. Bu da bilim adamı denilen bazı kişilerde ve çevrelerde din ve Allah inancına karşı çıkmalarına ve hatta inkâr etmelerine neden olmuştur. Böylece bir yanlışlıktan daha büyük bir yanlışlığın içine girmişlerdir.
Gelin hep birlikte, bilimsel bulguların ve teknolojik gelişmelerin oluşumunu sağlayan alt yapıların neler olduğunu inceleyelim.
Bütün bilimsel bulguların ve teknolojik gelişmelerin özünü yani alt yapısını “doğa kanunlarının” veya doğada var olan sistemlerin oluşturduğunu, bu kanun ve sistemlerden kaynaklandığını görüyoruz. Bunları daha önce ve daha geniş bir şekilde açıklamıştık.
Bütün bu bilimsel bulguların ve teknolojik gelişmelerin hepsinin temel yapısında ve özünde doğa kanunları dediğimiz doğa sistemlerinin varlığını görüyoruz.
Doğa içinde var olan bu sistemleri ister bir doğa kanunu, ister bir Allah varlığının ifadesi olarak kabul edin. Bu durum da bütün bilimsel ve teknolojik araştırmaların temel yapısını doğa kanunlarına dayandığını kabul edersek, bilimin yapmış olduğu tek şey, doğada var olan bu kanun ve sistemlerin varlığını bulmak ve varlıkları teknolojik uygulamalar haline dönüştürmekten ibaret olmaktadır. Bu durumda da, bilimin, BEN HER ŞEYİM gibi bir iddiada bulunmasının yanlışlığı ortaya çıkmaktadır.
Eğer bütün bu doğa kanunları bir Allah varlığından kaynaklanıyorsa, bu sefer din adamlarının bilime ve bilime dayanan teknolojik gelişmelere karşı olmaması gerekir. Çünkü bütün bu bilimsel buluşlar ve teknolojik gelişmeler, Allah varlığını zayıflatmayıp tam aksine bu buluşlar Allah’ın varlığını bilimsel yolla kanıtlanması, ispatlanması anlamına geliyor.
Öyleyse, bilim ve din neden birbirlerine karşıtmış gibi bir durum içine girmektedir?
Öncelikle, bilimin din inancına karşı gibi görünmesi, insanın öz yapısından kaynaklanan bir durumdur. Çünkü asırlardan beri insanoğlu, kendisinin Allah denilen bir güç tarafından yaratılmış olmanın duygusu, kompleksi içinde bulunmaktadır. Bunun sonucu olarak da insanoğlu kendini bu kompleksten kurtarma çabası içindedir.
İnsanoğlu bu kompleksten kurtulabilmesinin tek yolunun da kendini bir yaratıcı olarak görmesi ve kanıtlaması olduğunu sanmasıdır.
Ve yine bu kompleksin sonucudur ki insanoğlu, konuşmaya başlamasından ölümüne dek “BEN” ve “BENLİK” iddiası içindedir. O küçücük yaşından itibaren resim diyerek çizdiği en basit çizgilere BEN etiketini yapıştırır “Ben yaptım”, eline aldığı her şeye “Benim” diyerek benlik damgasını vurmaktadır.
İşte bu kompleksin sonucudur ki insanoğlu, bilimde ve teknolojide elde etmiş olduğu en basit buluşlara ve teknolojik gelişmelere daima BEN damgasını vurmuş ve bu BEN’ lik iddiasını kendisini Allah varlığı ile karşılaştırmaya, onunla değerlendirmeye kadar götürmüştür. Sonunda bu değerlendirmede öylesine hızını alamamış ki, kendini Allah yerine koymaya ve Allah varlığını inkâr etme noktasına kadar götürmüştür.
Oysa bu şekilde düşünen bilim çevreleri yanılgılarını anlamak için, insanın beden yapısını yakından incelemeleri ve insan bedenindeki bulguları, tabiat kanunu dedikleri kanunların işleyişi ile karşılaştırmaları gerekmektedir. Çünkü doğa kanunları dedikleri bu kanunların ve özelliklerinin hem de aklın ve hayallerin alamayacağı boyutta insanın bedensel yapısında var olduklarını görecektir.
Yani bilimsel ve teknolojik alanda buldukları bütün bu bulgular, insanın bedensel yapısında çok daha gelişmiş bir şekilde bulunmaktadır. Bütün bu oluşumlar, insanın bedendeki organları tarafından yayınlanan biomanyetik, bio enerji veya bioelektromanyetik dalgaların değişik işlevleri ile oluşmaktadır.
Bilim, insan beyninin potansiyel gücünü henüz keşfedememiştir. Bu gücün varlığı henüz yeni fark edilmiş ve beyin üzerinde de araştırmalara başlanmıştır. Bu araştırmalarda henüz işin başında ve emekleme döneminde olmasına karşın, şimdiden akıl almayacak buluşlar yapılmıştır. Örneğin ; uzaktan kumanda aleti kullanılmadan yalnızca beyin gücünü, yani düşünme gücünü kullanarak küçük tren oyuncaklar hareket ettiriliyor, televizyon ve bilgisayar gibi aletler devreye sokularak çalıştırılıyor. Kısacası, beyin dalgalarımız teknolojide kullanılan elektromanyetik dalgalar gibi kullanılmaya başlanmıştır. Beynimizden yayınladığımız biomanyetik dalgalarımız, üzerinde yapılacak araştırmalar sonucu yeni bulgular ve teknolojik gelişmelerle çok daha geniş ve değişik alanlarda ve çok daha güçlü, etkin bir şekilde kullanılır hale getirilecektir.
Bu buluş ve gelişmelerin tahminimizden de kısa zaman içinde olacağına inanınız.
Kısacası, bazı bilim çevrelerinin Allah’ın varlığını bile inkâr edecek kadar BEN’ lik taşımalarına neden olan bütün bu buluşların ve teknolojinin kökeninde, doğa kanunları ve insan yapısında var olan bilinmeyenlerin bilinmesi, bilim çevrelerinin en büyük yanılgısına yol açmıştır.
Bir başka değişle, bilimin bulduğu ve teknolojide geliştirilerek kullandığımız, tıpta, uzayda ve düşünebildiğiniz bütün bilimsel bulgularda emrimizde olan elektromanyetik dalgaların bütün işlevlerin dayandığı dayanak, doğa ve insan bedeninde var olanların yepyeni bulgular, yepyeni var oluşlar sanılmasının yanılgısıdır. Oysa, insanın bedenindeki biomanyetik dalgaların, teknolojilerde kullanılan elektromanyetik ve benzeri dalgalarla aynı işlev ve etkinliklere sahip olduğu bilimsel olarak da kanıtlanmış ve kabul edilmiştir.
Bu bilimsel araştırmalar sonucu, kalbimizden yayınlanan biomanyetik dalgaların şifresi çözümlenerek kalbimizden geçirdiklerimiz, beynimizden yayınladığımız biomanyetik dalgaların şifresi çözümlenerek bütün düşündüklerimiz saptanabilecektir. Böylece insanların açıklasalar da, gizleseler de kalplerinden ve beyinlerinden geçirdikleri saptanabilecektir.
Şimdi ileride ulaşılabilecek bu bilimsel sonuçları Kur’andaki, bazı ayetlerle karşılaştıralım;
“...Allah, kullarının her halini haber alandır, görendir.” FATIR 35/31, “Allah gizlediğiniz ve açığa vurduğunuz her şeyi bilir” NAHL 16/19, “Aranızda sözünü gizleyen de, onu açık söyleyen de, geceleyin gizlenen de, gündüzün görünen de, birdir. O, hepsini bilir, görür.” RA’D 13/10, “Sözünü açık söylesen de, gizli söylesen de, muhakkak O, gizliyi de ondan daha gizlisini de bilir.” TAHA 20/7, “Onların önlerindeki ve arkalarındaki, geçmişlerini ve geleceklerini bilir. Onlar ise bilgice O’nu kavrayamazlar”, TAHA 20/101, “Herkes gözetlenmektedir” TAHA 20/135, “Deki ; Rabbin, gökte ve yerde konuşulan her sözü bilir. O’ndan gizli kalan bir şey yoktur.” ENBİYA 21/4, “O, kâlplerde olanı bilir.” HADİD 57/6
Kur’anda bu ve buna benzer daha pek çok ayetler bulunmaktadır. Burada belirttiğimiz ayetlerden de anlaşılmaktadır ki, doğumdan ölümüme dek, yaşamımızda yaptıklarımızın, düşündüklerimizin, kalbimizden geçirdiklerimizin hiçbiri gizli kalmamakta, bunların hepsi saptanmakta ve bilinmektedir.
Bu nasıl olmaktadır?
Defalarca açıkladığımız gibi, insanın doğumundan ölümüne dek, tıpkı parmak izleri gibi, o bedene özgü bir biomanyetik dalgası veya frekansı bulunmaktadır ve bu devamlı yayınlanmaktadır. Ses frekansları da dahil olmak üzere, her insana özgü olan bu biomanyetik dalgalar hiçbir zaman yok olmamakta, yayınlandığı andaki tazeliğini, özelliğini kısacası neyi ifade ediyorsa, uzay içinde yok olmamakta ve yayınladığı andaki gibi bütün varlığını sonsuza dek korumaktadır. Dil, kalp ve beyin organlarımızla birlikte bütün yapımızı yansıtmakta olan bu biomanyetik dalgalar, gereği ve zamanı gelince algılanabilmekte, görüntü haline dönüştürebilmektedir. Algılanıp görüntü haline dönüştürebilmekte olan bu frekansların ifade şifresi çözümlenerek sesimiz, yani konuşmalarımız, kalbimizden geçirdiklerimiz ve düşündüklerimiz de algılanabilecektir.
Kur’anda bir ayette “And olsun, insanı biz yaratık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz. Çünkü biz ona şah damarlarından daha yakınız.” KAF 50/16
“Biz ona şah damarlarından daha yakınız.” Ayetiyle ne denilmek ve anlatılmak istenmektedir?
İnsanoğlu da dahil, evreni oluşturan bütün varlıklar öyle bir sisteme sahip bulunuyor ki, biz bu sisteme ister doğa kanunu, ister Allah tarafından var edilmiş bir sistem diyelim. Nasıl düşünürsek düşünelim, buraya kadar anlattığımız ve anlatmaya çalıştığımız, evrenin var oluşundan beri şaşmadan işleyen bu sistem varlığını kabul edelim. Evreni oluşturan bu sistemin aynı şekilde insanın beden yapısında da bulunmaktadır ve milyarlarca yıldan bu güne dek çalışmaktadır. İşte bu şaşmaz ilâhi sistem beden yapımızda, yani içimizde olduğu için, bu sistemin kurucusu da bizim içimizde bulunmaktadır. Evrenin bu sistemini değiştiremeyeceğimize göre, bu sistemin içinde ve bu sisteme bağlı ve ona uyumlu olarak yaşamakla yükümlüyüz.
Şimdi, bedensel yapımızı bu açıklamaların ve elde ettiğimiz bilgilerin ışığı altında yeniden düşünelim ve değerlendirelim.
Bir insanın bedensel yapısını bir bilgisayar aparatına benzetelim. Bu benzetmede en modern bilgisayarlarda bulunan ve hatta bulunabilecek en üstün teknolojik özellikleri düşünün. İnsanda ise hayâllerimizin çok üstünde özeliklere sahip bir bedensel yapı ile karşılaşırız. Bir bilgisayara yüklenilen bilgiler nasıl kaybolmuyor, yok olmuyorsa ve bilgiler internet denilen sistemde nasıl dünyadaki bütün bilgisayarlara aktarabiliyor, onlarla bağlantı ve iletişim kurulabiliyorsa, bedenimizden yayınlanmakta olan biomanyetik dalgaların frekans yapısı da aynı şekilde kaybolmamakta ve bunlar çok değişik işlev ve iletişim olaylarında kullanılabilmektedir. Hatta diyebiliriz ki bedenimizdeki sistem, internet sisteminin çok daha üstünde ve çok daha modern bir durumdadır. İnternet denilen sistem de aslında doğa yapısında ki sistemin çok küçük bir uygulanmasından başka bir şey değildir.
Bundan önceki açıklamalarımızda, teknolojik aparatlarla ve gizli kameralar aracılığı ile seslerin, görüntülerin nasıl saptanarak bir televizyon ekranına getirildiğini anlatmıştık. Aynı işlemin bedenimizden yayınlanan biomanyetik frekansların aracılığı ile de oluştuğunu söyleyebiliriz. Altında yaşadığımız o masmavi gök kubbesini, dünyamızı saran -kuşatan- bir televizyon ekranı olarak düşünün ve bedenimiz tarafından yayınlanan her türlü frekansın bu gök kubbesi tarafından algılandığını, korunduğunu ve gerektiğinde videodaki bir kayıt gibi istenildiğinde yeniden görüntüye veya sese dönüştürüldüğünü düşünebilir ve kabul edebilir misiniz?
Bu gün bize bir fantezi görüş gibi gelen bu düşünceler, bütün bu oluşumlar insanoğlu tarafından bilimsel ve teknolojik gelişimler sonucu elde edilecektir. Çünkü bugünkü bilimde, yaşamımızda olsun, ölümümüzden sonra olsun, sesimizin ve görüntümüzün kaybolmadığını kabul etmektedir ve bunun bilimsel yolla geliştirildiği teknolojik araçlarla araştırmasını yapmaktadır.
Kur’ anın birçok ayetlerinde de : “O gün geldiğinde bütün yaptıklarınız size gösterilecektir” denilmektedir. İnanarak tekrar belirtiyorum, Kur’ anda belirtilen o gün gelmeden de insanoğlu ayetlerde belirtilen bu işlevi teknolojik araçlarla elde edecektir.
Bunun içindir ki Kur’ anda
“Nihayet oraya vardıklarında, kulakları, gözleri ve derileri (elleri-ayakları), yaptıkları hakkında onların aleyhinde (ve lehinde) şahitlik edecektir” FUSSİLET 41/20, Şu ayete de lütfen dikkat ediniz ve bilimsel olarak üzerinde düşününüz. “İnsan, hiçbir söz söylemez ki, yanında onu gözetleyen ve dediklerini zapteden bir kaydedici bulunmasın.” KAF 50/18
Bu zapt ediş olayı, bedenimizden yayınladığımız biomanyetik dalga frekanslarının zapt edilmesi olayıdır. Bu zapt edilme, saptama veya yazma olayına Kur’ an ve din kitaplarında “Levh-i Mahfuz” denilmektedir.
Dünyamızdaki teknolojik iletişimi bir gözünüz önüne getirin. Görüntülü veya görüntüsüz cep telefonları, televizyonlar gibi iletişim araçlarıyla yapılan konuşmalar ve yayınlar, önce uzaydaki bir uyduya gönderiliyor. Uydu kendine gelen bu yayınları almakta o da bunları olduğu gibi tekrar dünyaya göndermektedir. Bütün bu işler saniye ile ölçülebilecek kadar kısa bir zaman içinde olmaktadır. İşte söz konusu Levh-i Mahfuz denilen olay da, bu teknolojik uygulamanın çok daha geniş bir şekilde adına doğa kanunları denilen sistem tarafından uygulanmasıdır. Levh-i Mahfuz’ u bilimsel olarak “Beynimiz” olarak da düşünebilir ve kabul edebiliriz. Çünkü, kalbimizden geçirdiklerimiz ve dilimizle söylediklerimiz, bir bilgisayar gibi beynimiz tarafından kaydedilmekte ve korunmaktadır. İşte bununla ilgili Kur’ an ayetleri: “Siz açıklasınız da, gizleseniz de biz sizin kalbinizden geçenleri biliriz” MÜLK 67/13, “Onların sözü seni üzmesin. Biz onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da biliriz” YASİN 36/76, “Şüphesiz ölüleri ancak biz diriltiriz. Onların yaptıkları her işi, bıraktıkları her izi yazarız. Biz her şeyi apaçık bir kitapta (beynimizde) Levh-i Mahfuz’ da sayıp, yazmışızdır” YASİN 36/12, “Gökte ve yerde gizli hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) olmasın.” NEML 27/35, “Ne kadar az düşünüyorsunuz.” MÜMİN 40/58
İçinde yaşadığımız mavi gök kubbesini din kitaplarında anlatılan Levh-i Mahfuz olarak düşünelim. Bedenimizden yayınlanan ve bütün varlığımızı yansıtan, biomanyetik dalgalarımızı algılayan ve onları oldukları gibi muhafaza edip koruyan ve gerektiği zaman görüntü haline dönüştüren işlevi daha önce açıkladığımız süper marketlerde ki veya olimpiyatlardaki spor karşılaşmalarını yansıttığı dev ekranlar da, çok küçük boyutta Levh-i Mahfuz’un işlevine benzer bir işlem yapmaktadır.
Doğa kanunları dediğimiz işlevlerle, bilimsel teknolojinin işlevleri arasındaki sıkı ilişkiyi ve bağlantıyı görebiliyor ve bunların üzerinde düşünebiliyor musunuz?
Bütün bu açıklamalardan sonra, var olan bütün bu işlevlere,bu oluşumların bütününe ister Tabiat -doğa- kanunu, ister Allah dediğimiz bir yüce varlık tarafından oluşturulan oluşumlar deyin. Ne düşünür ne derseniz deyin yalnız sizden bir tek ricam var. İçinde yaşadığımız ve bizi böylesine kapsayan bugün için bilimsel açıklamasını tam olarak yapamadığımız, böylesine akıl almaz bir sistemin varlığını kabul edin.
Böyle bir sistemin varlığını kabul edersek, sanıyorum ki bundan sonraki yaşamımızı, hareket ve davranışlarımızı bu sistemin varlığına göre düzenlemek gereksinimini ve zorunluluğunu hissedeceğiz. Yani ne yaparsak yapalım, ne kadar gizli ve hiçbir kimsenin bilemediğini, göremediğini zannettiğimiz bütün hareket ve davranışlarımızın saptandığını ve bilindiğini ve bir gün bütün bunların bir televizyon ekranında seyredercesine bize gösterileceğini bilmemizin, sanıyorum üzerimizde ki etkisi çok büyük olacaktır.
Kur’an insanın yaratılışındaki amacı bakın nasıl açıkça ortaya koymuştur.
“Dünyada insanlar her türlü şartlar altında Allah’ a kulluklarını ispatlamak için denenmektedir”
Buraya kadar anlatmaya çalıştığımız bilim içi ve bilim dışı bütün oluşumların, öz kaynağına, öz yapısını açıkladığına inandığımız Kur’ anda ki, şu ayeti de hiçbir zaman aklımızdan ve dikkatimizden uzak tutmayalım. Bu benzeri ayetler üzerinde lütfen bilimsel olarak düşünelim. “BİZİM SİZİ BOŞ YERE, BİR OYUN VE EĞLENCE OLARAK YARATTIĞIMIZI VE SİZİN BİZE DÖNDÜRÜLÜP GETİRİLMEYECEĞİNİZİ Mİ SANDINIZ” MÜ’MİNUN 23/115
Öyle sanıyorum ki düşüncelerimiz ve inançlarımız ne olursa olsun bu ve benzeri ayetlerin üzerinde düşünür ve bunlara uygun hareket edersek, bundan zarar değil fayda göreceğimiz inancındayım. Kur’ anda bizlere yapılan şu uyarının üzerinde durmamız ve düşünmemizin yine bizim için daha faydalı olacağı inancındayım.
“İnsanlar, Allah’a değer verilmesi gerektiği gibi değer vermediler” veya aynı ayetin bir başka meâlinde “İnsanlar, gerçek manası ile Allah’ı takdir edemediler” ENAM 6/91 denilmektedir.
Edison’un yakın mesai arkadaşı Martin Andre Rosonoff EDISON hakkında şu hatırayı anlatıyor:
Bir gün laboratuara girince, Edison’ un kendinden geçmiş, çok dalgın bir halde hiç kımıldamadan elinde tuttuğu bir kaba baktığını gördüm. Yüzünde büyük bir hayret, hürmet, takdir ve tazim ifadesi vardı. Yanına tam yaklaşıncaya kadar, geldiğimin bile farkına varmadı. Sonra beni yanında görünce, elindeki kabı bana gösterdi: Kap, civa ile doluydu. Bana “şuna bak!” dedi. “Bu ne muazzam eserdir! Sen civanın harikulade bir şey olduğunu biliyor musun? Ben civaya bakınca bunu yaratanın büyüklüğüne hayran oluyorum. Buna ne türlü özellikler vermiş? Bunları düşündükçe, aklım başımdan gidiyor” diye mırıldandı. Sonra “Dünyadaki bütün insanlar bana hayrandır. Benim yaptığım birçok keşifleri, birçok yeni buluşları birer harika, birer başarı zannediyorlar. Beni, insan üstü bir varlık olarak görmek istiyorlar. Halbuki, ne büyük hata! Benim keşiflerim esasen dünyada bulunan, fakat bu zamana kadar insanların göremedikleri büyük harikaların ufacık bir kısmını ortaya çıkartmaktan ibarettir. Bunu ben yaptım diyen insan, en büyük yalancı, en büyük budaladır. İnsan elinden hiçbir şey gelmeyen aciz bir mahluktur. İyi düşünse, kibre, gurura kapılmaz, aksine ne kadar boş olduğunun farkına varır. İşte ben de bunları düşündükçe, ne kadar kudretsiz, ne kadar aciz, ne kadar zayıf bir mahluk olduğumu anlıyorum. Ben mucidim ha! (Ellerini semaya kaldırarak) Asıl mucid, asıl dahi, asıl yaratıcı işte O’ dur, Allah’tır” dedi.
Nitekim, ebediyet âlemine intikâli öncesinde, GÖZLERİNDEKİ PERDELER KALDIRILMIŞ OLAN EDISON KULU, UFKUN ÖTESİNİ (MEKANSIZLIK ALEMİ) GÖREREK; “AMAN YARABBİ !... ÖTELER, ÖTELER... HARİKA” DİYE FERYAT ETMİŞTİR. NİTEKİM ATATÜRK DE, “BİR YOLCUNUN YOLDA YÜRÜYEBİLMESİ İÇİN, UFKU GÖRMESİ YETERLİ DEĞİLDİR. UFKUN ÖTESİNİ DE GÖRMESİ GEREKİR” DEMİŞTİR.
Şu soruyu bütün insanlığa bütün içtenliğimle sormak istiyorum. Bilime güvenerek dini inkâr etmek, hatta yokluğuna inanır görünmek bize ne kazandıracak veya dinin varlığını bilimsel bir gözlemle kabul etmek bize ne kaybettirecektir, bize ne zararı olacaktır? Lütfen bunun cevabını buraya kadar yaptığımız bu açıklamaların ışığı altında kendi kendinize veriniz.
Tarafsız ve objektif bir şekilde incelerseniz, dinlerin, insanları iyiliğe ve doğruluğa, güzelliğe yönelttiğini, teşvik ettiğini, yine bizim için bize kötü sonuçları verecek olan davranışlarımızı engellemek istediğini göreceksiniz. Bilmiyorum bunun neresi kabul edilemez bir durum göstermektedir.
Bu açıklamalardan sonra asırlardan beri sürüp gelen bu anlamsız din ve ilim çatışmasını artık bırakalım. Tam aksine bu ikiliği bağdaştıralım, birleştirelim. Bu birleşme sağlandığında bu ikilinin birbirine karşıt değil tam aksine birbirinin tamamlayıcıları ve özde bir oldukları görülecektir. Dolayısıyla karşılıklı üstünlük iddiaları ile birbirlerini egemenlikleri altına almaya çalışmayacaklar, tam aksine birbirlerini bütünlemeye, tamamlamaya çalışacaklardır. Bir başka değişle birbirlerine hükmetmek için değil, birbirlerine hizmet için yarış içinde olacaklardır.
Böyle bir bütünleşmenin, özdeşleşmenin sonunda dinin ve ilmin kazanacağı gücü, etkinliği ve dolayısıyla insanlığın bundan kazanacağı huzuru ve mutluluğu düşünebiliyor musunuz?SAYGILARIMIZLA, NİSAN 1999 - BEHZAT ŞAŞAL